30 Mart 2015 Pazartesi

MUHABBET

Allah’ın insan fıtratına yüklediği ne kadar da güzel hisler vardır. Aşk, muhabbet , sevgi…  Her biri aslında gönderildiğimiz fani hayattan zevk alıp Allah-u Teala’nın büyüklüğünü anlamamız, O’nun yarattıklarının kusursuzluğunu idrak edip tefekkür etmemiz ve tekrar tekrar aşk ile Rabbimize yönelmemiz içindir. Bu hisleri insan iradesi ölçüsünde dilediği gibi de kullanabilir. Kimi zaman müsbet olur bu kimin zaman da menfi.. ve tabiki bu hislerin şiddetide bir o kadar mühimdir. Ferhat’ın aşkının şiddeti basit olsaydı dağları deler miydi.
    Sevgi ne kadar şiddetli ise benzerlik de o kadar çok demektir. Bu kelam-ı kibar çok meşhurdur. Rab teala  “Ey iman edenler, Allahu Teâlâ’dan korkun ve sadıklarla beraber olun (Tevbe, 119)” buyuruyor. İnsan kimin ile beraber olursa kiminle ülfet peyda ederse onun gibi olur. Olaylara bakışı, hayata bakışı hatta hareketleri bile o kişiye benzemeye başlar. Buna en basit ve en ilginç bir misal vermek gerekirse uzun yıllar köpeğiyle beraber yaşayan o hayvana karşı büyük bir bağlılık ve sevgi besleyen insanların hareketlerinin duruşlarının artık ne kadar da benzer bir hale geldiğidir ki bunları video veya fotoğraf yoluyla görmüşüzdür.
       Muhabbet gerçekten insanın kendini değiştirebilmesi daha iyiye daha güzele yönelebilmesi için güzel bir vasıta olabilir. Tabi ki bunun zıddı da muhtemel. Onun için büyüklerimiz;  arkadaşlarımızın güzel ahlaklı insanlar olmasını nasihat ederler. “Kişi sevdiğiyle beraberdir. (Buhari)” bu hadis-i şerifte aslında muhabbetin kime yönlendirilmesi gerektiğini çok güzel bir şekilde izah ediyor. Allah dostlarının hayatlarını kitaplardan okumanın bile insana büyük ilhamlar, terakkiler sağlayacağına inanıyorum. O yüzden elimizden eksik etmemeliyiz bu tür kitapları. Ve onların hayatlarını kendimize örnek alarak onlar gibi olamasak bile onun için gayretkeş olmalıyız. “Her haliyle bana yönelenlere uy” (lokman 15) bu ayet-i kerime de bütün bu anlattıklarımızı tasdikler mahiyettedir. Her ahvali ile Rabb’ine yönelmiş, ve dünyanın onun peşinden koştuğu güzel insanlarla beraber olmalıyız. Sohbetin tadını da o zaman almış oluruz. Aksi takdirde dünyanın peşinden koşanların peşinden biz de koşmaya başlarsak bu koşuşun sonu sırat köprüsünden aşağı yuvarlanmak olabilir Allah korusun…
      Kısaca fıtratımızdaki bu hissiyatın tasavvuftaki kullanım sahalarına da bakarsak; Tasavvuftaki  Bir mürid bende olduğu kişinin sohbetlerine iştirak ede ede hal ve hareketlerini seyrede seyrede zamanla ona duyduğu muhabbet sebebiyle onun gibi olmak için çaba sarfeder.  İşte bunun diğer bir ismi de aynîleşmedir. Tasavvufi ıstılahı ile ifade etmek gerekirse fena fi’ş- şeyh diyoruz. Yani  Allah dostunda yok olmak.. Bunun sonraki mertebeleri de var elbet..
     “Kişi sevdiği ile beraberdir.” Hadis-i şerifini duyunca bu hadisin kapsamının ne kadar büyük olduğunu idrak için aklımıza hemen Ashab-ı Kehf’in yanında bulunmuş olan ve sevgi bağlılığının neticesinde de Allah’ın cennette Ashab-ı Kehf’le beraber bulunduracağı Kıtmir gelebilir.
     Peygamber Efendimiz “Kişi dostunun dini üzeredir. O halde herkes kiminle arkadaşlık ettiğine dikkat etsin.” (tirmizi zühd 45) buyurmuşlar .
     Çok büyük bir medeniyetimiz var. Bu milletin halkı da arif insanlar imiş. Ümit ediyoruz ki mazimize tekrar döneceğiz. Halkımız da çok yerinde ve harikulade sözler üretmişler. bu yazının ihtiva ettiği konu ile birkaç atasözünü de zikretmek güzel olacaktır.
Üzüm üzüme baka baka kararır.
Kör ile yatan şaşı kalkar.
Sirke küpünden sirke, bal küpünden bal sızar.
Kır atın yanında duran ya huyundan ya suyundan.
Yiğit sevdiğinden sorulur.

10.01.2014

19 Mart 2015 Perşembe

                                 HÜVE'L BAKİ KİTAP NOTLARI

Kitap İsmi :   HÜVE’L BAKİ, İstanbul’da Osmanlı Mezarlıkları ve Mezar Taşları
Yazarı:           Hans-Peter Laqueur
Yayınevi:      Tarih vakfı yurt yayınları
Basım yılı:     Ocak 2014

-          Osmanlı’da Mezartaşlarında antropomorf simgelere bir örnek olarak “1865’te ölen ve Rumelihisarı Aşiyan Mezarlığı’na gömülen Faik Bey’in mezar taşının üst bölümü kaybolmuştur.. Bu mezar  taşı özellikle dikkat çekicidir, çünkü yazıların yer aldığı oval bölümün üzerinde apoletleriyle nişanıyla sırmalarıyla üniformalı bir gövde tasvir edilmektedir.”  (s.5)
-          “İstanbul’un en büyük, en çok anlatılan ve resmi yapılan mezarlığı Üsküdar’daki Karacaahmet mezarlığıdır.” (s.9)
-          “Karacaahmet mezarlığının 8. Adasında 3 şeyhülislam ve aralarında Nedim’in de olduğu şairlerin mezarları vardır.” (s.12)
-          “8 sadrazamın mezarı Karacaahmet’te bulunmaktadır. İstanbul’da yatan 97 şeyhülislamdan 13’ünün mezarı Karacaahmet’tedir. “(s.14)
-          “Hasköy’deki  mezarlıktan sonra Kuzguncuk sırtlarında İcadiye’de bulunan mezarlık İstanbul’un ikinci büyük mezarlığıdır. Mezarlığın tarihçesi 16. Yüzyıla kadar uzanır.” (s.17)
-          “Osmanlı mezarlarında en çok kullanılan malzeme Marmara adası mermeridir.” (s.18)
-          Topkapı’daki mezarlıkta 1807 Kabakçı ayaklanması sırasında öldürülen Kethüda Yusuf Ağa ailesi ve hizmetkarlarına ait yaklaşık 35 mezar taşı bulunmaktadır. Bu mezar taşlarındaki tam ve düzenli bilgiler, bir Osmanlı ailesinin yaklaşık yüz yıllık tarihçesini izlememize olanak vermektedir.” (s.23)
-          “Türkçülük akımının öncülerinden Yusuf Akçura’nın (1876-1935) mezar taşı, Volga nehri kıyısındaki Kazan kentinde bulunan Suyum Bike minaresinin (camisinin) küçültülmüş bir maketidir.” (Edirnekapı şehitliğinde kabri.) (s.24)
-          “Eyüp’te Tecvidi Karabaş türbesinin yanındaki mezarların bazılarının mezar taşları alışılmadık biçimleri bakımından oldukça ilginçtir. Nispeten daha küçük ve yuvarlak olan bu mezar taşlarının (azami 1.m yüksekliğinde) üzerinde yalnızca İslamın şartları yazılıyken, birinin üzerinde gömülü olan kişinin adı yani Abdullah Çelebi yazılmıştır.” (s.34)
-          Saçlı Abdülkadir Efendi mescidi’nin güney ve batı yanında çoğunlukla Rufai mezarları vardır. Mescide ait bir tekkede mevcuttur. Buradaki mezarlığın kuzeyindeki bazı mezar taşları, olasılıkla İstanbul’daki en büyük mezar taşları olduklarından dikkat çekicidir. Sütun biçimindeki bu taşların çapı 50 cm’yi boyları da 2,5 metreyi bulmaktadır. Bu beş sütunun üçünün üzerinde yazı yoktur, yalnızca birinin üzerinde 1034 (1624/1625) tarihi bulunmaktadır.
-          Osmanlı-Türk kültüründe böylesine aşırı boyutlarda anıt mezarlar azdır. Burada sözü edilen mezar taşlarının boyutları muhtemelen Bosna’daki bazı mezar taşları aşmaktadır: Jakir’deki mezarlıkta 1213 (1789-99) yılında ölen Ömer Ağa Basiç için kare biçiminde yaptırılan mezar taşının toplam yüksekliği 4,35 metre, eni de 0,96 metredir. Kendi başında boyu 2 metreyi bulan kavuk, altında sekiz kişinin aynı anda yağmurdan korunabileceği şekilde taşın ana gövdesinden 25 cm dışarıya taşmaktadır.
-          “Yahya Efendi Türbesi’nin hemen yanındaki Şehzade ve Kadınlar Türbesi’ne 1901 ile 1969 yılları arasında Osmanlı sülalesinden 18 kişi gömülmüştür. Bunlar, Sultan Abdülmecid’in iki karısı, 2.Abdülhamid’in altı karısı, Abdülmecid’in iki oğluyla 5.Murad’ın bir oğlu, 2.Abdülhamid’in iki kızı, Abdülmecid’in 5.Murad’ın ve 2.Abdülhamid’in birer torunudur.”(s.50)
-          Yahya Efendi’nin gömülü olduğu türbede Kanuni’nin kızı Tasasız Raziye sultan da medfundur. (s.50)
-          Yahya Efendi türbesi etrafı için “Mehmed Raif burada gömülü bazı ünlüleri şöyle sıralar: sadrazam Güzelce Ali Paşa, Hüseyin Paşa, Şair Yusuf Sinan Raki, Kaptan-ı Derya Hüsam Beyzade Ali Paşa.” (s.50)
-          “Çırağan sarayı’na bitişik bir arazide sarayın 1935’te sınırlarının genişletilmesine değin Beşiktaş Mevlevihanesi bulunmaktaydı. Sarayın bahçesinde kalan bu mevlevihanenin mezarlığındaki  17-19. Yüzyıllara ait 29 Mevlevi mezar taşı 1987’de Galata Mevlevihanesindeki mezarlığa nakledilmiştir.” (s.51)
-          “Sahray-ı Cedit mezarlığı Osmanlı üst kademesinin gömüldüğü bir mezarlıktı, bu işlevi Cumhuriyet kurulduktan sonrada devam etmiştir. Orhan Bayrak 1910- ile 1971 arasında buraya gömülen 9 Osmanlı nazırının adlarını vermektedir.” (s.60)
-          1924’te ölen hariciye nazırı Mustafa Reşid Paşa’nın mezar taşı latin harfleriyle yazılı olarak merdivenköy mezarlığında Şah kulu sultan dergahındadır. (s.60)
-          “19. Yüzyılın son otuz yılından bu yana hazirelere bazı istisnalar dışında ölü gömülmemektedir.. bakanlar kurulu onayını gerektiren istisnalar, ancak Divanyolu caddesindeki Köprülü aile mezarlığı örneğinde olduğu gibi geleneksel bir aile mezarlığının kullanımı halinde yapılmaktadır.  1868 yılı şubat ayında çıkarılan bir yasa gereğince kent içindeki –Eyüp hariç- cami ve kilise hazirelerine defin yapılması yasaklanmıştır.” (s.64)
-          “Sultan Selim külliyesinin avlusunda 1. Selim, Kanuni’nin annesi ve bir de yine Kanuni’nin çocukları için üç türbe yapılmıştı. Bunların yanına ek olarak 1861’de  Sultan Abdülmecid için bir türbe daha yapılmıştır.” (s.67)
-          19. Yüzyıla kadar selatin camilerinde hemen hemen hiç mezar bulunmamaktaydı.  Süleymaniye camiinde hiç mezar bulunmadığını eski resimlere dayanarak daha kesin bir şekilde söyleyebiliriz. Söz konusu Fatih Bayezıd ve Süleymaniye camilerinin şuan mezarlık olan alanlarının boş olduğunu bize mezar taşları da haber vermektedir. (s.67)
-          “Ayasofya kentin en eski camisi sayılmaktadır. Bu camiin avlusunda beş Osmanlı padişahının yanı sıra ailelerinden de birçok kişinin türbesi vardır. 1574 yılında ölen 2.Selim, 2.Selim’in 1595’te ölen halefi 3. Murad, onun da 1603’te ölen halefi 3. Mehmed . bunların dışında 1618’de ölen 1. Mustafa ile 1648’te ölen İbrahim de Ayasofya’nın eski vaftizhanesinde gömülüdür.” (s.67)
-          “Altı yüz yıllık Osmanlı tarihi boyunca sadrazamlar ortalama 2,05 yıl ara ile değişmişken, 1850 ile 1922 yılları arasındaki 72 yılda bu makan 78 kere el değiştirmiş, görev süresi ortalama 0,92 yıla düşmüştür.” (s72)
-          “Ölüleri yakma Protestanlıkta 19. Yüzyılda, Katolik kilisesinde de 1964’te kabul edilmiştir. Yahudiliğin Ortodoks-tutucu çevrelerinde kabul görmeyen ölü yakma, daha ılımlı kanadında kabul görmekte, Müslümanlıkta ise bütünüyle reddedilmektedir.” (s.73)
-          “İlk modern mezarlıklar Avrupa tarafından Hindistan’da kurulmuştur.” (s.78)
-          … “Dönemin seyyahlarının yazdıkları da bunu doğrulamaktadır. Örneğin Charles White taşların işlenmesi konusunda şöyle der:
….Bu meslekte çalışanların asıl uğraşı, çok fazla talep edilen mezar taşlarını yapmaktır. (…) Kentteki ve mezarlıkların yanındaki mermercilerin elinde bir sürü her yaşa uygun mezar taşı bulunuyor, sanatkarane mezar taşları ancak ısmarlama yapılıyor. Mezar taşına ne yazdıracağını bilemeyen müşteriler için mermercilerin elinde, defterler dolusu mezar taşı yazısı örneği var.”  (s.127)
-          Hurma ağacının yaşamın ve ölümsüzlüğün sembolü olarak resmedilmiştir. Bol meyve taşıyan dalları bereketi, üremeyi, her zaman yeşil kalan selvi ağacı da kalıcılığı simgeler. (s.131)
-          Narda üreme sembolü olarak kullanılan bitki motiflerindendir. (s.131 )
-          … “İstanbul’da tek olan kavuklu bir kadın mezar taşına değinilecektir. Üsküdar Şemsi Paşa Caddesi’ndeki mezarlıkta bulunan 1620 tarihli bu mezar, Mehmed Bey’in kızı Mihana’ya aittir.” (s.160)



MART/ 2015

5 Mart 2015 Perşembe

mardin

  MEZOPOTAMYA'NIN SEYİR TERASI: MARDİN

             İstanbul İlim Yayma Cemiyeti riyasetinde düzenlenen 6. Geleneksel İstanbul Bilgi ve Kültür Yarışması'nın ilk üçe giren öğrenciler ve öğretmenlerine hediyelerinden biri de Mardin kültür gezisi idi. Ekibimizde yarışmanın birincisi olan Kartal Anadolu İmam Hatip Lisesi, 2. olan İstanbul İmam Hatip Lisesi, ve de 3. olan  Esenler İmam Hatip Lisesi öğrencileri ve öğretmenleri vardı.
Bulutsuz tatlı bir günde Mezopotamya medeniyetler beşiği olan bu toprakları havadan izlemenin lezzeti ile Batman hava alanına indik.  Turumuz Batman'da bir kahvaltı ile başladı. Batman Türkiye’de petrol çıkarılan tek yer. Dağlarda bayırlarda petrol sondaj makinalarını görüyoruz.

            Ve Hasankeyf... Yok olmak için zamanını bekleyen bir mekan.

HASANKEYF
Hasankeyf adı ile ilgili bazı efsaneler vardır. Fakat asıl adı "HISN KEYFA" yani güzel taş anlamına geliyor...
Bu tarih ve tabiat güzelliğinin buluştuğu yeri 4,5 sene öncesine kadar ziyaret etmek tehlikeyi göze almak demekti. Şimdi yöre halkı hallerinden çok memnunlar. En azından güvenlik açısından. Yoksa malumunuz önümüzdeki senelerde Hasankeyf bütün tarihi eserleriyle beraber Dicle nehrinin suları altında kalacak…
 Hasankeyf kalesi yekpare bir taştan oluşuyor. Bu kalenin özelliği ise dışardan görenler bu kaleyi büyük bir taş kütlesi zannediyorlar. Ki bizde öyle zannetmiştik. Kalenin kuzeydoğu ucunda dev bir kule gibi yükselen Küçük Saray yer almaktadır. Ayrıca kalede Ulu Cami ve Büyük Saray gibi yapılar bulunuyor.
Kaya kütlesinin içerisine dışardan belli olmayacak şekilde merdiven sistemi de yapılmış. Hasankeyf kalesinin tam karşısında Zeynel Bey türbesi bulunuyor. Türbe, bu çevrede Akkoyunlulara ait tek eser. Zeynel Bey'de Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'ın oğlu. Duvarın üzerine mavi yeşil renklerinde çinilerin yerleştirilmiş olması harika bir görünüm katmış. Ama maalesef içerisi çok kötü bir durumda. Hem ne önemi var değil mi? Koca bir tarih şehri sular altında kalacak...
      Süleymaniye Camii'ne doğru grup eşliğinde yürüyoruz. Ve herkes hayran kaldı bu camii minaresindeki ince süslemelere. Taşın insan elinde bu kadar ince ve güzel süslemelerle bezenebilmesi büyük bir ustalık eseri ve sanat harikası.
Errızk  camiinden ise sadece minare sağlam kalmış. Kısmen yıkılmış giriş kapısında yer alan kitabenin altında bitkisel süsler arasında Allah’ın doksan dokuz ismi yazılmış. Camiin önemli özelliklerinden biri de cami minaresinin çift yollu olmasıdır.
             
  


 TAŞLARA İŞLENEN GÜZELLİK

        Mardin kayalık, tepe üstüne yapılmış taş yapılı konaklardan ibaret bir görüntü veriyor ilk bakışta. Halbuki o taş yapıların arasında dolaşmak, sokaklarda Mardin halkıyla sohbet etmek, gerçekten insanın farklı bir bakış açısı kazanması için güzel bir vesile olabiliyor.. Mesela Mardin'de müslüman, yezidi, süryani, musevi gibi farklı farklı dinlere mensup insanlarla karşılaşmak çok sıradan bir durum. Evleri yan yana. Ailelerin çocukları sokakta beraber oyun oynuyorlar. Yüzyıllardır beraber yaşamış bir halk kitlesi var Mardin'de.
En iyisi birde bu gezi ile talebesi olmaya çalıştığımız Evliya Çelebi'mize bir kulak verelim, bakalım Mardin için ne demiş: "Çöl içinde göğe yükselmiş, bulut renginde bir kayaya kurulmuş burç ve kuleleri Samanyolu gibi bulutlara erişen bir yer..." 
            Mardin havzasını uçaktan seyrettiğimizde Fırat ve Dicle'nin akarsu kollarıyla örümcek ağı misali sarılmış her taraftan beslenilmeye çalışılan bir coğrafya görüyoruz.
 Bu coğrafyanın tarihteki ismi 'Mezopotamya'.
Mezopotamya ismini ilk duyduğum andan itibaren bir esrarengizlik bir bilinmezlik ve ilim, kültür dünyası zihnimde, tahayyülümde yer etmiştir. Ve hislerim beni yanıltmadı. Her bir yanda medreseler, camiler… Okyanus gibidir Mezopotamya, uçsuz bucaksız topraklar düzlükler...
Mardin deyince aklımıza "Mardin Kapı Şen Olur" diye bir türkünün gelmesi pek normaldir. Türküler yörelerin simgesi imiş . Peki Mardin Kapı Mardin'de midir gerçekten de? Mardin Kapısı Mardin'de değil Diyarbakır'dadır. Mardin eski ve yeni Mardin olarak ikiye ayrılmış. İyikide böyle olmuş. Aklımdan geçirmedim değil keşke İstanbul'da da suriçi ve yeni İstanbul diye bir ayrım yapılsaydı ve suriçine dokunulmasaydı diye... 

Mardin'de taş öyle şekiller almış ki, sanki bu güzel coğrafya, taşı kendisi almış, sarmış, yontmuş ve güzelleştirmiş. 
Mardin'in sokaklerı bütün tarih boyunca adeta birbiriyle öyle kaynaşmıştır ki Almanlar 1914-1915  senelerinde demiryolu yapımı sırasında geldikleri şehre arabalarıyla giremeyince, bazı ev ve binaları yıktırıp şehre ilk caddeyi açmışlar.  Ve açılan bu caddedeki dükkanlar ve üzerinde olan evlere genelde Hristiyanlar oturmuş, müslüman halk ise mahalle arasında ikamete devam etmişler. Tabi o zamanlar mahremiyet esas alınırmış...
Mardin eski ve yeni diye ayrılmış ve ona göre nizama koyulmuş şirin bir şehir. Elbette şirin derken kadim Mardin'den bahsediyoruz. Dar sokaklarına arabalar giremediği için eşekler çok yaygın. Çöpler bile sokak aralarından bu eşekler yardımıyla taşınıyor. Bu eşekleri çocuklar sürüyorlar. Fotoğraf çektirmek bahşişle haberiniz olsun J
            Mardinli şair-yazar Murathan Mungan'ın da ifade ettiği gibi 'efsunlu, sırlı, cinli bir şehir Mardin...'
             Mardin'de hemen her medresenin avlusunda insanın veladetinden ölümüne kadar gidecek yolun bir simgesi niteliğinde 3 büyük havuz ve 7 yol var.. Suyun çıktığı kaynak elest bezmini, akarak biriktirdiği küçük havuz hayatı, ordan da akan suyun biriktiği büyük havuz mahşeri/ahireti simgeliyor. 
 Beyazsu, Mardin'e gidildiğinde uğranılmadan dönülmemesi gereken yerlerden.. Altınızda şırıl şırıl tertemiz bir nehir akarken siz üstte Mardin'e has lezzetleri afiyetle yiyebilirsiniz. Tabi bizler de bu zevki kaçırmak istemedik J
             Midyat, kadim Mardin'e çok benzeyen yapılarla süslenmiş. Midyat'a uğramadan bu coğrafyadan ayrılmak bu güzel diyara haksızlık olur.
             Midyat'ta özel üretilen, başka bir yerde bulamayacağınız kahvelerde var. Mesela bunlardan özel bir tat olan Agit kahvesi. Tadı gerçekten çok hoş.
             Mardin'in gecesi de ayrı bir güzelliktedir. Hele ki Mezopotamya'yı gören bir yerde dolunaylı bir gecede Mardin Kalesi'ne sırtınızı dayayıp elinize de Süryani kahvesini aldıysanız dünyanın en keyifli hallerinden birini yaşıyorsunuz demektir.
Mardin gezinizin en keyifli ve eğlenceli duraklarından biri de Mardin Çarşıları olacak. Mardin'in geleneksel el sanatlarını bu yöreye has baharat kahve ve yemekleri burada görebilirsiniz. Mardin'in en çok ziyaret edilen çarşıları ise Kayseriyye (diğer adıyla Bezestan) ve Revaklı Çarşı
            Bıtım sabunu, badem şekeri, leblebi, summak, cevizli sucuk, peksimet almadan da gidilmez bu güzel diyardan...
Ebul Ulâ Mardin'i de yâd etmeden geçmemek gerek.

           

Mardin Kalesi
Şehrin sırtını yaslandığı yerdir bu kale. Mardin kalesi yüzyıllar boyunca ele geçirilemeyen en korunaklı kaleler arasında yer almıştır.
Mardin Müzesi’de uğranılmadan geçilmez mekanlardan. Şehrin ilk tarihlerinden bu yana kadar önemli eserleri panoromik bir şekilde gözlerinizin önüne seriyor.

Dara Harabeleri
Nusaybin'e giderken Dara Harabelerine uğruyoruz. Burda şuan mevcut bulunan köyün inşaasında Antik Dara Şehrinin taşları kullanılmıştır. Bunu evlerin duvarlarına baktığımızda çok net olarak anlayabiliyoruz. Buraya Mezopotamya'nın Efesi de deniliyor ki muhafaza edebilseydik en az Efes kadar yoğun bir ilgi olurdu bu antik şehre.
Günümüzde şehrin büyük bir kısmı yer altındadır ve hala arkeolojik kazıların başlanılması beklenilmektedir. Rehberimizin gösterdiği bir su deposuna giriyoruz. Merdivenlerle iniliyor. Yeraltı Sarnıcı'nın belki iki katı uzunluğundaki bu depo M.Ö yapılmış. Ve asıl ilginç olan nokta bu tarihi nadide yapının üstüne ev inşa edilmiş. Evin inşaasında da Dara Şehrinin kalıntılarını kullanmayı ihmal etmemişler. Ve de bu milattan önce yapılmış çok büyük ve çok yükseklikteki yapıya  girmek için üstüne ev yapan aileden anahtarları alabilmeniz gerekiyor..  

Ulu Camii (Camii Kebir)

İsminde de anlaşılacağı üzere geniş bir alana kurulmuş nadide bir Artuklu eseridir.
Mardin'deki camilerin ortak hususiyeti minarelerinin harika bezemelerle süslenmiş olmasıdır herhalde. Ulu Camide böyle bir eser. Vakıf olarak birçok dükkana sahipmiş. Artuklular zamanında 1176 tarihinde inşa olunmuş.
 Mardin'deki camilerin en eskilerindendir.

 Şeyh Çabuk Camii

Hangi tarihte ve kim tarafından yapıldığı bilinmemektedir.
Mardin’de Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v)'in postacısı ve Hz. Ali Efendimiz’in süt kardeşinin kabirleri bulunmaktadır. 
Peygamber Efendimizin postası sahabe Abdullah Bin Enes El Cüheyni mezarı Şeyh Çabuk Camii’nde bulunmaktadır. Sahabe Cüheyni’nin Hz. Peygamber’in elçiliğini yapmıştır. “Peygamber Efendimiz (SAV) kendilerini İstanbul’a mektup götürmek üzere görevlendirmiş. Sahabe efendimiz Mardin’e geldiğinde vefat eder ve ismi ile anılan bu caminin içindeki türbeye defnedilir. Türbesini ve camiyi yaptıran kişinin adıyla, Şeyh Çabuk Camii olarak anılmaktadır. 1400 yıl önce Peygamber Efendimizin (SAV) davet mektubunu Mardin ve bölgesindeki Yakubiler (Süryaniler)’e iletilmek üzere at sırtında Mardin’e gelen Abdullah Bin Enes El Cüheyni, efendimizin postacısıdır.


Hatuniye Camii ve Medresesi

 12. yüzyılda yapılmış olan yine bir Artuklu eseridir. Caminin içinde Peygamber Efendimiz'in kadem-i şerifleri bulunmaktadır. 
Artuklu eserlerinin en önemlilerinden biri olarak kabul edilen bu külliye şeklindeki yapıda bulunan lahitlerde
 medreseye ayrı bir önem vermiştir. 

Firdevs Köşkleri

Yapı Artuklu sultanları tarafından inşa ettirilmiştir fakat tam olarak tarihi belli değildir. Burada bir hatırata geçmiş bir kıssa zikretmek istiyorum:
"Firdevs kelimesi malumunuz cennetlerden birinin ismidir . Bediüzzaman Said Nursi bu binaya misafir olmuştur. Zamanın meşhur uleması bu köşkte toplanarak Said Nursi'yi bi nevi imtihan etmek isterler ve Sure-i Yusuf'tan en karmaşık bir meseleyi sormanın planını kendi aralarında yaparlar. Ne var ki Said Nursi içeri girer girmez selam verir oturur ve diz çökerek kendiliğinden Sure-i Yusuf'u okur. Herkes hayrette kalmıştır."   (Mardin, Bir Şehir Bir Malikane Sıradışı Evler, Saadettin Noyan sh.60)

Deyrulzafaran Manastırı
1932’ye kadar 640 yıl boyunca Süryani Ortodoks patriklerinin ikamet yeri olan ve üç kattan oluşan manastır 5.yüzyıldan başlayarak farklı zamanlarda yapılan eklentilerle bugünkü haline 18. yüzyılda kavuşmuştur. Manastır, Milattan önce Güneş Tapınağı daha sonrada Romalılarca kale olarak kullanılan bir kompleks üzerine inşa edilmiş. 15.yüzyıldan sonra da manastırın etrafında yetişen zafaran (safran) bitkisisnden dolayı Deyrulzafaran (Safran Manastırı) adıyla anılmaya başlanmıştır.Bu manastırın çevresi bağ ve bahçelerle sarılmış ve hepsi de ekili haldedir. Günümüzde ibadetlerine faal bir şekilde devam etmektedirler.

Kiliseler, Manastırlar: Mardin, Anadolu'daki en önemli Hristiyanlık merkezlerinden biri olmuştur. Yüzyıllar boyunca müslümanlar ile hristiyanlar aynı mahallerlerde yaşamışlar ve yaşamaya devam etmektedirler. Mardin'de pek çok kilise ve manastır hala ayaktadır. Bunlar arasında Deyrülzeferan Manastırı, Mor Gabriel Manastırı, Kırklar Kilisesi, Mor Yakup Kilisesi, Mor Mihail Kilisesi, Mor Yusuf Kilisesi, Mor Evgin Manastırı, görülmesi gereken yerlerdendir.

Zinciriye Medresesi

Mardin’de hüküm süren son Artuklu Sultanı olan El Melik Salih tarafından 1385 yılında yaptırılmıştır.  Halk arasında Zinciriye Medresesi diye de anılır diğer bilinen ismi ise Sultan İsa Medresesidir.
Kasımıye Medresesi,Şehidiye Medresesi,Savur Kapı Medresesi ve daha birçok medrese bulunmaktadır. Genel itibariyle farklı yanları olmamakla beraber hepsi harikulade sanat eserleridir.
Medeniyetlerin yüzyıllarca buluşma noktalarından Mardin’i kısaca anlatmaya çalıştık. Gidip, görüp yazılandan çok daha fazla güzellikleri orada yaşamanızı temenni ediyoruz.
                       
                                                                                          Ömer Faruk Deliktaş
Deyruzzaferen
beyazsu



HER GÜN YÜKSELİYORUZ (!)
İstanbul kadim medeniyetlere ev sahipliği yapmış bir şehirdir. Yüz yıllarca birçok savaşların yaşandığı, kutlu zaferlerin tadıldığı, nice defalarca baştan imar edilen dersaadetimizde yerleşim büyük bir sıkıntı haline gelmiştir. Her medeniyet İstanbulumuzda kendi eserlerini bırakmış, kendinden izlerle asitaneye mühürlerini vurmuşlardır. Geçen yüzyıllar her eseri az çok tahrip etse de İstanbul’un elinde bulunan tarihi eserler hiç de az değildir. Yapıldığı devrin en büyüğü olan Ayasofya bile sapasağlam bugünlere gelmiştir. Tabi aradan geçen 1500 yıl hiçbir şey eklenmeden dayanamazdı. Ve Mimar Sinan, Ayasofya’yı ayakta tutan payandaları inşa etti.
            Eserler korunarak, sağlamlaştırılarak geleceğe intikal ettirilirler. Ve bu eklentiler yapının ve şehrin mimarisine daima uyumlu olmalıdır. Osmanlı Devleti buna muntazam ehemmiyet göstermiştir. Bir yere yapılacak olan ev, oradaki diğer evlerin rüzgarını, güneşini kesmeyecek şekilde yapılmıştır. Camiilerin yapıldığı yerler alelade belirlenmemiştir.  Belirli ölçüler alınır, şehrin umumi görünümüne aykırı şeyler yapılmazdı. İstanbul, nice yangınlar depremler, felaketler geçirerek bugünlere gelmiş bir şehir olarak bugün, bütün atmosferini kaybetmek üzeredir. Her yeni, eskiyi öldürmektedir bugünkü İstanbul’da. Her yeni bir aykırılıkla ön plana çıkmaya çalışmakta, şehrin genel havasını ve mimarisini kısacası ruhunu bozmak için birbiriyle yarışmaktadır. Günümüzde birçok kadim şehrin sorunu haline gelen şehrin yükselmesi büyük bir mesele teşkil etmektedir. Oysa İstanbul’da sur içi diye isimlendirdiğimiz nefs-i İstanbul bütün imardan azad edilip uzak tutulsa İstanbul’un tarihi kültürel dokusunun bir bölümünü korumuş olabiliriz.
 En mühim meselelerden biriside yüksek binaların kulelerin yapılmasıdır. Bu gibi binalar şehirde bulunan havayı da tarihe olan bağı da koparmaktadır.  Şehrin merkezi yerlerine gökdelenler dikmek, şehri bir kargaşaya sevketmek demektir. Hele ki tarihi önemi haiz olan şehirlerde bu bir felaketi doğurur. Nitekim İstanbul bu felaketi çok iyi tatmış bir şehirdir. Ama bundan sonra bunlara dikkat edilmeli ve şehrin mimari uyumu daha fazla bozulmamalıdır.
            Şehirlerin planlanmasında belediyelere, yerel yönetimlere çok büyük işler düşmektedir. Herkes kendi sorumluluklarının farkında olmak zorundadır. 1940’larda şehrin nüfusu daha milyona ulaşmamışken şimdi yirmi milyona yaklaşmış durumdadır.  Bu şehir artık binlerle ifade edilen değil, milyonlarla ifade edilen bir şehirdir. Yaşanabilir bir İstanbul için nüfusun artması da bir problem teşkil etmektedir. İstanbul’un sahip olduğu bir çok kültür her geçen zamanda teker teker kopmaktadır.

            Sekiz bin yıllık şehrimizi her geçen gün yüksekliklerin altında bırakmak, onu ezmek, zulmetmek demektir. Tarihimize, şehrimize, tabiata, saygı duymak ve onlarla iyi geçinmek durumunda olan bizlerin en yakın zamanda gözlerini açması uyanması elzemdir.

(türk dili ödevi)
              ÜSKÜDAR YEŞİL DİREKLİ HAMAM   (BİTMEMİŞ BİR YAZI)

 Üsküdar şehr-i azizinde bir hamam vardır ki dillere destan olmuş, adına destanlar yazılmıştır. Hakimiyet-i Milliye caddesi’nde bulunan bu hamam birçok isim ile hatırlanılırdı. Bu isimleri hatırlamak gerekirse şunları sıralayabiliriz; Yeşil direkli hamam, Valide Sultan Hamamı, Çarşı Hamamı, Atik Valide Sultan Hamamı, Büyük Hamam. Ancak Yeni Valide Camii’nin nakış gibi işlemeli sebilinin önünde durup az ilerde nazenin vaziyette duran hamamı ismiyle sorsanız korkarım ki kimse gösteremeyecek ve burada hamam yok ki diyecektir. Çünkü 1962 yılından beri herkes burayı çarşı olarak görmüş, girip alışveriş yapmış ve çıkmıştır. Halbuki bu güzelim bina vaktiyle Koca Mimar Sinan’ımıza Atik Valide Camii’ne vakıf geliri olması için hamam olarak yaptırtılmıştı. Bu binanın başına neler gelmedi ki. İbrahim Hakkı Konyalı Üsküdar Tarihi’nde bu hamam hakkında müşahedelerini şöyle yazmış: “Renkli sütunlarıyla, muhteşem kurnalarıyla, som mermerden döşemeleriyle, aydınlığı ve temizliğiyle meşhur olan bu pırlanta ecdad yadigarı, bir ara köpeklere yuva, baykuşlara tünek olmuştu. Sahipleri kör kazmaya yapışmışlari kaymak gibi mermer döşemelerini birkaç bin liraya satmışlardı. Her birisi özel işçilikleri ile ayrı ayrı değer taşıyan kurnaları da hoyratça sökülerek yağma ettirilmiştir. Ben burasını ahır, abdesthane, ve esrarkeş barınağı olduğunu gözlerimle gördüm.” Şimdi bu iç bayıltan sahnelerden hamamın bina edilişine dönelim. 1583 senesinde 2.Selim’in hanımı Nurbanu Sultan yaptırdığı Atik Valide Camii’nin yanındaki hamam ve Çemberlitaş’ta şimdi traşlanmış vaziyette bulunan çifte hamamlara bir yenisini daha ekleyerek Üsküdar merkezine çifte hamam inşa ettirmiştir. Evliya Çelebi bu hamamı şöyle işlemiştir seyahatnamasine: “Çarşı Hamamı: Gayet ferahlatıcı, güzel havalı ve iyi yapılı bir hamamdır. Güzel hoş ve temiz tellakları, nil renkli peştemalları vardır.”
Bu çifte hamam Mimar Sinan’ın Manisa Hafsa Sultan Hamamı’ndan sonra en aydınlık hamamlarından birisidir.
Hamam 1917 yılında kapatılmış, sonra alan şahıslar hamamı resmen parça parça edip satmışlar.  Tütüncü devralmış daha sonrasında 1929’da Gümülcineli Mehmed Bozkurt satın almış. Hamamın bitişiğine inşa edilen binaları yıktırıp yerlerine dükkanlar yaptırmış ve marangoz ile tamirciye kiraya vermiş. Neticede yaşanan gelişmelerle Mehmed Bozkurt Bey hamamı 1962 senesinde restore ettirmiş Mimar Sinan Çarşısı diye ticarete açmıştır.

Kaç tane hamam için destan yazmıştır ki şairler? Kaç hamamın güzelliği, temizliği, billur suyu dillerde destan oluşturmuştur? Tarihi bilgilerini aktarmış olduğum hamam üzerine Aşık Veysel’in uzunca bir destanı mevcut. Evet şaşkınlığınızı hissediyorum. Bu destanı mahlasıyla, Sivas imgeleriyle ilk okuduğumda bende gözlerime inanamamış ve neredeyse Sivas’tan hiç dışarı çıkmamış, gözleri âmâ olan bir halk ozanı nasıl olurda hiç gelmediği, hiç görmediği Üsküdar’daki Mimar Sinan Hamam’ına koskoca destan yazabilir. Bu ozanın muhayyilesi ne kadar da kuvvetli imiş der iken, bir şairin muhayyilesi ne kadar kuvvetli de olsa böyle bir durumun mümkün olamayacağı hususunda tereddütlerim iyice arttı. İnternetten arattığımda Nurettin Albayrak’ın İslam Ansiklopedisi’ndeki Halk Edebiyatı’nda İstanbul (c.23, s:291) maddesindeki “19 yüzyılda yaşamış Aşık Veysel adında bir halk şairinin yirmi dörtlükten oluşan Üsküdar Büyük Hamam Destanı o günlerde şehir hayatında önemli bir yeri olan hamamların yapısı, burada çalışanlar ve bu yerlerle ilgili geleneklerin anlatıldığı önemli belgelerdir.” Bu tek cümlesi beni bu çıkmazdan kurtardı. Ama yine de 20.yy Aşık Veysel’i ile 19. Yy Aşık Veysel’i arasında o kadar çok benzerlikler var ki.


Şehr-i Üsküdar’da çarşı içinde
Misli yoktur ne Acem’de ne Çin’de
Büyük Hamam diye meşhur-u alem
Yeni tamir gördü hele geçende

Binası metindir çifte hamamdır
Esbab-e sevk-ü sefa hem tamamdır
Her gün nice bey paşa âyân gelir
Bazısı da esnaf ile avamdır

Şah-ı rah üzre kapısı anın
Bir âli kubbesi var camekanın
Zemini ak mermer, ortası havuz
Etrafı gülistandır şadırvanın

Avamın havassın ayrılmış yeri
Hasır üstü kilim döşeli biri
Ayan-ü eşrafa serilmiş şilte
Hamamda adettir kadimden beri

Misk gibi gül kokar havlu peştamal
Kahveci Arif bir taze gülcemal
Yanaşmalar dahi gayet hobru
Natırlar naziktir, sahibi kemal

Buyur gel efendim başımın tacı
Bu kebir hamamda canın ilacı
İbrişim kiseler Misk sabunları
Sizler için getirmiştir hamamcı

On nefer dellâkı şahbaz civandır
Hem ikisi anın taze fidandır
Biri şehr-i Üsküdar’ın gülüdür
Sivas’larının şöhreti Ergüvandır

Dellâklar karşılar selam temenna
Soğukluk müferrih gayet rûşenâ
Anda bir de küçük halveti vardır
Cümle taze civanlara aşina

Anda ister isen gece yat uyu
Seyreyle uzanmış bir selvi boyu
Sanma hali vahşet üzeredir ahû
Kuzu misalidir hepsinin huyu

Göbek taşı bir pak mermerden alan
İçeri girince gel bir yol uzan
Kıl temaşa güzellerin reftarın
Gör nasıl olurmuş serv-i hiraman

Üç sofası vardır dört adet halvet
Her birinde ayrı ayrı letafet
Mücerrebdir suyundaki şifası
Tatlı olur kurna başı muhabbet

Sivas’lı Ergüvan Ahmed’dir biri
Şehr-i gül Hasan’dır öbür dilberi
Şimşir na’lin üzre reftar iderek
Hizmetine gelir birinden biri

İkiz midir yaşıt mıdır bilemem
On beşerden yukarıdır diyemem
İşve, cilve, hem edeble nezaket
Mislin bir hamamda bulamaz âdem

Koltuğunda lenger sabun ile lif
Gelir hizmete o dellâk-ı latif
Elpençe karşısında divan durarak
Sanırsın çekilmiş nurdan bir elif

Atup pay-i billurundan nalinin
El öper evvela şuh-u nazenin
İbrişim kisveyi alup destine
Nazikane ovar çıkarır kirin

Temaşa kıl cümbüşünü kâkülün
Şebnem misal ter danesin ol gülün
Kasem size el ayakta parmaklar
Eşi birer koçan pembe sünbülün

Heman bütün ihvanımız buyura
Nevcivan uşaklar selam dura
Üsküdar’da büyük hamam efendim
Böyle bir hamam-ı dilküşa bura

Üç kuruşa efendim bunca safalar
Ama gönül çeker yük yük cefalar
Mürüvvet yoktur endaze arşın
Selsebil olsun bahşiş-i musaffalar

Aşık Veysel yazdı size destanı
Görüp aklın verip nice bütanı
Bura hamam değil periler kanı
Üsküdar şehrinin hem gülistanı


 İSTANBUL’DA YAŞAMA SANATI
 Haluk Dursun’un yazmış olduğu İstanbul’da Yaşama Sanatı adlı eser, İstanbul’u zevkine tadına vararak yaşamak isteyenlerin bir şaheseri niteliğinde hazırlanmış. Kitabın giriş bölümünde de müellifin belirttiği gibi: “Bu çalışma Batılıların tabiriyle bir şehirde yaşama sanatı, bizim eski tabirimizle, şehrin hususiyetini anlatan bir “şehrengiz” özelliğindedir.”  
Bu şehrengiz kitabını okumak insana İstanbul’un cefasından fazla sefası olduğunu bariz bir şekilde göstermekte. Ve şehre aşık olanların aşkını artırıp şehre beddua okuyanların hüsn-i dualar etmesine vesile olmakta. Elimizde kalanı sevmek korumak değerlendirmek zorundayız. Evet İstanbul’dan çok parçalar koptu tarihe karıştı ama Haluk Hoca buna da güzellikle bakabilmeyi öğretmek maksadıyla kitabının başlarına nasihatlerle beraber şu beyti eklemiş:
“Ele geçmezse eğer sevdiğimiz
Çare ne? Eldekini sevmeliyiz!”
            Kitap İstanbul’daki Osmanlı yadigarlarıyla mahdud tutulmamış, neticede bir tane İstanbulumuz var. Ve bu İstanbul’a tarih boyunca birçok medeniyetler kurulmuş, birçok devletler hanedanlıklar hakim olmuş da en nihayetinde asıl huzura, asıl refaha kavuştuğu Fatih’e yar olmuş. Bizans eserlerinden de titizlikle bahsedilmekte şehrengiz kitabının satırlarında. Bahar geldiğinde erguvan seyredilmeye nereye çıkılır, acıbadem nerede yenir, gurub vaktinde İstanbul’un en güzel manzarası nereden seyredilir, bülbülleri terennüm edebilmek için nereye gidilir, İstanbul’un hangi semtinin neleri meşhurdur ve hangi lokantasında midelerimize ziyafet verebiliriz, bu kitapta bu soruların çok daha fazlasına cevap bulabiliriz. İstanbul’un sigorta şirketinin ismi olan Ya Hafız lafza-i celalinin nasıl da her yalıda her konakta ihtişamla durduğunu, bu şekilde evin yangın, zelzele gibi afetlerden korunması için Allah’ın yardımı ve muhafazasına niyaz edildiğini okuyoruz kitabın satırlarında…
            Kitabı şehrengiz eserlerinden ayıran bir husus da “Meraklısına Notlar” başlığıyla yazıların en sonuna konulmuş bir çeşit ince tariflerin yapıldığı bölüm olmuş. Bu bölümde mesela Anadolu Kavağı’na çıkacak biri yol tarifi gibi “Yoros Kalesi’ne çıkarken yolun sağında Boğaziçi’nin en güzel fıstıkçamlarından ikisi bulunmaktadır. (4.03 metre) Alternatif fıstıkçamlarımız ise Kandilli sırtları, Sevda Tepesi, Vaniköyü Camii yanı ve Beylerbeyi sırtlarındadır.”
            Dünyanın en güzel su şehri İstanbul’da nerede hangi su çıkardı bu sulardan tadanların ne gibi hatıraları vardı hepsi atlanılmadan edebi ve akıcı bir şekilde bu satırlara işlenmiş. Ve galiba en çok yer ayırılan bölümde “İstanbul’da Ağız Tadı” bölümü. Osmanlı’da Ramazan ile, Ramazan’da kurulan dillere destan sofralarla başlayan ve okurken insanı hayret, hayranlık ve hasrete düşmesini sağlayan satırların lezzeti sayfaları çevirdikçe artıyor… Baharda Koyun Yoğurdu, Akidenin Sırrı, Lüfer Bayramı, Osmanlı’nın Çavuşüzümü ve Çileği derken Haluk Dursun son noktayı Sultan 2.Abdülhamid’in Kayısı Politikası başlıklı keyifli bir yazıyla nihayete erdiriyor.

            Her İstanbullu’nun İstanbul’da yaşadıkça hayatına renk katmak isteyen her insanın kütüphanesinde bulunması gereken bir eser. Bu kitap bizlere bir şehirde nasıl yaşanılır, o şehrin lezzetine nasıl erilir ve o şehir nasıl olur da ömrümüze ömür katar bunu çok güzel bir üslupla yansıtmaktadır.
YOLLARIN AYRILIŞ NOKTASINDA İSLAM

Kitabın müellifi Muhammed Esed bir mühtedi olması hasebiyle batıdan yansıyan İslam’ı, İslam’ın batıdan görünen cihetlerini güzel bir şekilde tevil etmiş.Yabancı kültürlerin medeniyetlerin ne ölçüde bünyemize uyabileceğini bunu Müslüman bünyeye sığdırmaya çalışmanın insanı zehirleyeceğini açık bir şekilde izah etmiş.  İslam’ın yolu isimli bölümde eski dini olan Hristiyanlık ile ilk ve yeni dini olan İslam’ın karşılaştırmasını hem dünya hayatı hem de ahiret hayatı üzerinden çeşitli misallerle anlatması bunun içinden büyüyüp gelen bir müelliften duymak bendeki tesirini daha da artırdı.
                Garbın içyüzü isimli bölüm İslam tarihinden sahifelere yer verilerek bunların tarihte Batı ve İslam şeklinde kıyaslamalarını çekişmelerini ifade etmiş. Medeniyet üzerinden Çin ve Roma medeniyetlerini de baz alarak İslam üzerinden anlatması ve Garb’ın iç alemini o şekilde tanıtmış olması kitapta önemsediğim hususlardandı.
                Haçlı seferlerinin gölgesinde isimli bölümde dikkatimi celbeden misal şöyle idi. Kitabın 50. Sayfasında Avrupalı müsteşrikler tarafından İslam’ın nasıl incelendiği ve yazıldığını şöyle örneklendirmiş: “İslam daima hakimlerin önünde duran bir sanıktır. Bu muhakemede Batılı müsteşrikler suçu isbat için uğraşan savcı rolü oynamakta, bazıları da müdafaa halinde avukat vazifesi görmektedir. Avukat rolünü oynayan da müvekkilinin suçlu olduğuna bizzat kanidir ve bu yüzden ancak ve biraz çekinerek hafifletici sebeplerin göz önüne alınmasını isteyebilmektedir.”
                “Avrupa Haçlı savaşlarının ruhundan doğmuştur.” Muhammed Esed’in kurduğu bu cümle bana pek çok şey hatırlatıp zihnime pek çok tevil hücumunu sağladı. Avrupalılar yaptıkları barbarca seferlerde Doğu dünyasından çok şey çaldılar götürdüler. Kitaplar bitkiler zamane teknoloji aletleri vs vs.. bunları sıralamaya sayfalar yetmez. Ve şimdi gurur duydukları “öncü” Avrupa medeniyeti bu sayede gelişti İslam medeniyetine yetişti.
                Müslüman çocuklarının Batı terbiyesi ile eğitimlerinin terbiyelerinin mümkün olmadığı hususu da gerekçeleri kısa da olsa anlatılmış ve temas edilmiş hususlardandı.

                Ve altını çizdiğim yerlerden biride şöyle idi: “ eğer biz devamlı bir şekilde İslam’ın ilim elde etmeyi erke kadın bütün Müslümanlara farz kılan prensibine uysaydık , çölde susuz kalan insanın ufukta parlayan seraba göz diktiği gibi, ilim yolunda Avrupa’ya göz dikmezdik.
                Tarih yazımında Avrupa’nın kendini ne denli ön plana çıkartmış olduğu ve diğer medeniyetlerin tarihlerine küçümseyici ve kuşbakışı bir şekilde bakılıyor ve kitaplara öyle yazılıyor olduğunu izah etmiş.
                “Yabancı medeniyeti taklid meyli aşağılı duygusunun neticesidir.”
Hadis ve sünnete dair de güzel cümleler ifadeler kurulmuş olduğunu görüyoruz bu eserde.


ŞEHBENDERZADE FİLİBELİ AHMED HİLMİ

Üsküdar Belediyesi vefatının 100. Yılında, 20 Aralık Cumartesi günü Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi’yi anma toplantısı düzenledi. Salon girişinde Şehbenderzade ile alakalı küçük bir fotoğraf sergisini de gezerek konuşmacıları dinlemek üzere salona girdik. Tek oturumluk paneli idare eden İhsan Ayal, konuşmacılar; Prof. Dr. İsmail Kara, Prof. Dr. Ekrem Demirli, Doç. Dr. Ali Yıldız ve Melek Paşalı idi. Bizde bu vesileyle Üsküdar Belediyesi’ne bu mühim Osmanlı münevverini vefatının 100. Yılında unutmadığı için, vefakarlığını gösterdiği için teşekkür edelim.
 Panelin ilk konuşmacısı olan İsmail Kara, konuşmasına Jöntürklük ve İttihadçılara değinerek başladı. Jöntürklüğün ve İttihadçılığın büyük bir havuz olduğunu ve bunun içinde alimler, aydınlar, gazeteciler ve şeyhlerin var olduğunu ifade etti. Kendisinin çıkartmış olduğu Türkiye’de İslamcılık düşüncesi adlı eserin birinci cildi yayınlandığında herkesin kendisine merakla yönelttiği bir soru olduğunu söyledi. İslamcılar nasıl istibdat karşıtı olur ve nasıl İttihad Terakki mensubu olur? Bu soruya İsmail Kara, ‘İslamcılar, batıcılar ve  İttihadçılar gibi Jöntürktür. İttihad terakki mensubudur. Sultan Abdülhamid muhalifidir. Fakat bu halen anlaşılabilmiş bir mevzu değildir’ diyerek cevap verdi ve bunu Şehbenderzade üzerinden örneklendirerek onun çok tipik bir Jöntürk olduğunu İttihad Terakki mensubu ve Abdülhamid karşıtıdır olduğunu ifade etti.
 İsmail Hoca Ahmed Hilmi’nin tasavvufi menbaının Fizan’da intisab ettiği Arusi tarikatından geldiğini ve İstanbul’a döndükten sonra da Sünusilik ve Kuzey Afrika’daki tarikatlar hakkında ilk sayılabilecek metinleri yazmış olduğunu ifade etti. Materyalist pozitivist ve natüralist düşüncelere karşı geliştirdiği fikirleri ve telif ettiği reddiye eserleri olduğunu söyledikten sonra en önemli eserlerinden olan İslam Tarihi adlı eserine uzunca bir parantez açtı.  Malum şuan Ötüken yayınlarından Ziya Nur Bey’in hazırlayıp katkılarla genişletmiş olduğu İslam Tarihi kitabının aslında pozitivist bir kitap olduğunu ve İslam tarihini kronolojik olarak anlatmaya fırsat bulamadığını, bu iki cildin de bir giriş niteliğini taşımakta olduğunu söyledi. ‘Bu eserde dönemiyle irtibatlı olarak bir İslam anlayışı ortaya koymaya çalışıyor. Kitap İslam Tarihi ismini taşıyor ama onu ihtiva etmiyor. Ahmed Hilmi’nin çok yanlış bir İslam tarihi tasavvuru var. İslam tarihini önemsizleştiren bir tarih anlayışına sahip. Kendi dönemi içerisinde İslam dininin nasıl anlaşılması gerektiği konusu üzerinde yoğunlaşıyor.’ İsmail Hoca bu eseri ilk okuduğunda şüpheye düşerek bunun Ahmed Hilmi Efendi’ye ait olamayacağını düşünmüş. Ve araştırmalarıyla bu metinle alakalı iyi sayılabilecek bir giriş metni yazdığını fakat Türkiye’de ilim ve fikir ortamı olmadığı için bu yazının hiç tedavüle girmediğini yakınarak ifade etti. Bu kitap aslında, bir müsteşrik olan Dozy’nin Abdullah Cevdet tarafından Türkçe’ye çevrilmiş olan İslam Tarihi kitabına bir tenkid ve reddiye olarak yazılmış. İslam ülkelerinde bu kitap çevrilmiş ve büyük bir tepkiye yol açmış. Sadece Türkçe’de Dozy’nin tarihine reddiye olarak yazılan beş müstakil kitap var olduğunu, makalelerin ise haddi hesabı tutulamayacağını söylüyor İsmail Kara.  Bu kitap hakkında ilginç bir değerlendirmeside,  ‘Şehbenderzade’den beklediğimiz Dozy’nin bütün kalelerini fethetmek, yazdıklarına cevap vermek iken o Dozy’nin usulünü, yaklaşımını benimsiyerek hareket etmiş’ diyerek ilahiyat fakültelerinden bir örnek verdi; Tıpkı ilahiyat fakültelerinin yaptığı gibi. Güya İlahiyat Fakülteleri oryantalizmi reddedecekler oryantalist düşüncenin bütün metodolojisini ve mantığını kabul ederek bunu yapmaya çalışıyor. Şehbenderzade aslında döneminin birçok aydını ve alimi gibi tenkid ve red üzerinden Dozy’i bizim içimize çekiyor. Neyin tenkid neyin reddiye ve neyin kabul olduğunu neyin İslam’ın içine çekildiğini dikkatle takip etmek lazım. Kitabın tarifler ve tasnifler açısından çok büyük problemleri var. Mesela kitapta bir din tarifi var. Merhumun önümüze koyduğu din tarifinin ilahiyatla alakası yok, aslında yaptığı tarif dinin yerine geçmeyi sağlayan sosyolojinin yaptığı tariftir. “Din iki haddin ceminden hasıl olan fikirdir. Bu iki haddin biri heyet-i içtimai (toplum) veya ferd-i beşer (insan) diğeri insanlıktan gayr-münfek bir surette (ayrılmaz bir surette) ve adeta bizzarure mülhem olan bir hakikat-ı fevka’d- tabiadır. Bu tarif-i muğlakı (kendi yaptığı tarifi muğlak görüyor. Çünkü muğlak görmesinin sebebi ifade yetersizliği değil, okuyucuların din dediği zaman karşılarında görecekleri tarif bu değil.) sade bir lisanla tercüme edersek şu hasıl olur ki; din bir insanın kendi fevkinde ve kendinin muhtaç ve muktedir olduğu bir kudreti fehm ve itiraf etmesidir.” Böyle bir din tarifi çıkmazda bir tariftir. Şehbenderzade sahası hala boştur, ve çalışılması gerekilen bir sahadır.
Doç. Dr. Ali Yıldız, Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi’nin daha çok fikir adamı olarak görülmesinin onun edebi tarafını arka plana atmak demek olduğundan bahisle onun edebi eserlerini tanıttı bizlere. Filibeli’nin ilk edebi çalışmaları kendisinin çıkartmaya başladığı İttihad-ı İslam mecmuasında 1908 yılında tefrika edilmeye başlar. İlk romanının ismi Melekzade tamamlanamaz ve yarım kalır. Ali hoca bu eserin tamamlanmış olması halinde Ahmet Mithat Efendi’nin Felatun Bey ve Rakım Efendi isimli meşhur romanının daha temellendirilmiş ve derinleştirilmiş hali olacaktı diyor. İkinci romanı 1910 yılında kitap olarak yayınlanan Öksüz Turgut, 20 bölümden müteşekkildir. Ali Yıldız bu romandan uzun muhtevalı bahsettikten sonra Şehbenderzade’nin meşhur eseri Amak-ı Hayal’i tefrika etmeye başladığını söyledi. ‘Ahmed Hilmi Melekzade Ailesi ve Öksüz Turgut adlı roman denemelerindeki eksikliklerinden Amak-ı Hayal romanında büyük ölçüde kurtulmuş görünmektedir. Amak-ı Hayal’de iki ayrı çerçeve var. Birisi yaşadığımız dünya ile realite ile ilgili diğeri ise tasavvufla ilgili. Bir aydının hakikat arayışı şeklinde ifade edebileceğimiz olay örgüsü vardır.’
 Ali Yıldız Hoca’dan Şehbenderzade’nin dördüncü romanı, İzzeddin Behmen’in, Amak-ı Hayal kadar cezbedici bir nitelik taşıdığını öğreniyoruz. Bu kitabın ilk ikisi tamamlanmış ama üçüncüsü yarım kalmıştır. Konusu da bir hayli ilginç. Bu romanın ilk kitabında Ömer Hayyam, Nizamulmülk ve Hasan Sabbah’ın bir arada, üç önemli şahısla yüz yüze gelmelerini işliyor. Bu üç önemli şahısta Meşhedi isminde Mutezili bir alim, Abdüssamed Sarkit isimli bir sufi ve İzzeddin Behmen isimli büyücü biri olarak anlatılıyor.  Ahmet Hilmi’nin romanlarının haricinde yirmi kadar hikayesi varmış ki bunların bir kısmı Ervah- Hayat ismiyle bir kısmıda Kısa Hikayeler başlığıyla yayınlanmıştır. Bunlarda ilgi çekici ders verici hikayeler olduğunu ve oldukça başarılı hikayeler olduğunu söyleyebiliriz. Ahmed Hilmi Efendi’nin ikisi kitap olarak yayınlanan beş tiyatro oyunu vardır. Yayınlanan tiyatro eserlerinin isimleri İstibadadın Vahşetleri ve Vay Kız Bekçiyi Seviyor. Şiirle de meşgul olmuştur. Tasavvufi ve cemiyet hayatıyla ilgili çeşitli şiirler kaleme almıştır. Fakat edebi kimliğinin en zayıf halkasını şiirler oluşturur. Bunlar çeşitli fikirlerin yazılmasından ibarettir.
  Melek Paşalı Amak-ı Hayal’in Türk tahkiye geleneğindeki yerinden bahsetti. İlk roman denemelerimizin içerik olarak birçok boşluk ve eksikliklerle dolu olduğunu ifade etti. Çünkü bu romanlarda karşımıza kahraman ve tip olarak çıkartılan şahısların toplumda karşılığı yoktur ilginç bir şekilde bunlar yazarın hayalindeki insanlardır. Amak-ı hayal bu tür romanların bize yabancı romanların arasında insan tanımında geçmişe sadık bir şekilde durmaktadır. Fransız edebiyatının etkisinde yönünü kaybeden tahkiyeye yeniden hedef çizme bu tahkiyeyi geleneğe ekleme ve bunu eklerken de modern imkanlardan dilin yeni imkanlarından yararlanma suretiyle gerçekleştirme başarısı vardır.
Prof. Dr. Ekrem demirli kendi bakış açısından Amak-ı Hayal’in ve Filibeli’nin çok da büyütülecek bişey olmadığını ifade etti. Hayat ve ölüm paradoksunun Amak-ı Hayal’de işlenilmesi çok hoştur. Kitap çatışmalar üzerinden gidiyor. Meczupluk akıllılık çatışması, hayat ve ölüm çatışması ve kendi okuduğu ilim kitaplar karşısında Aynalı Baba tiplemesi. Raci burada yolunu arayan bir adam. Ekrem Hoca Amak-ı Hayal’i bizi kim kurtaracak sorusunun cevabını arama mücadelesi olarak tevil ediyor. Ve Ekrem Hoca’nın Amak-ı Hayal kitabına bakışı ise Lale devrinden sonraki zihniyeti yansıtan, anlatan bir kitaptır şeklinde oldu.

Ara ara İsmail Kara, Ekrem Demirli ve oturum başkanı İhsan Ayal’ın esprileriyle daha da eğlenceli hale gelen program sona erdiğinde bu vesilesiyle aslında Filibeli Ahmed Hilmi’nin üzerine ne kadar çok az çalışıldığını öğrendim. Hikaye kitaplarının, tiyatrolarının, şiirlerinin dahi yeni harflerle baskısı yok. Gerçekten Türk Edebiyatı Tarihi ve Türk Tefekkür Tarihi’ne adını yazdıracak böyle şahsiyetlerin eserleriyle meşgul olmak onları tekrar ortaya çıkartmak başta gelen hizmetlerdendir herhalde. Filibeli’nin Amak-ı Hayal tasavvufi romanını okuyup bir hakikat arayışına tanık olmanız bu yazıyı okuduktan sonra şart olmuştur…