15 Kasım 2014 Cumartesi

GELENEKSEL SANATLAR

 İSMEK  “Geleneksel Sanatlarımızın Bugünü ve Yarını” başlıklı açık oturumu 4 Haziran’da Üsküdar Bağlarbaşı Kültür Merkezi’nde düzenledi. Alanlarında kendilerini ispatlamış usta isimler geleneksel sanatların kısaca geçmişini, bugününü ve geleceğini değerlendirdiler.
Hattat ve İSMEK Hüsn-i Hat Zümre Başkanı Savaş Çevik’in moderatörlüğünde yapılan açık oturumda: Hattat Fatih Sultan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Hüsrev Subaşı, Tezhip Sanatçısı Mamure Öz, Kalemişi Sanatçısı Semih İrteş, Minyatür Sanatçısı ve İSMEK Minyatür Zümre Başkanı Taner Alakuş, Minyatür Sanatçısı Günseli Kato, Ebru Sanatçısı Ayla Makas, Ebru Sanatçısı Tevfik Alparslan Babaoğlu, Tezhip Sanatçısı Mustafa Çelebi konuşmacı olarak yer aldı.
Hüsrev Subaşı, hoca güzel bir mukaddime ile oturumu açtı. Geleneksel sanatlarımızın ülkemizin batı tercihiyle giderek erimeye başlamasını, sonrasında da bu sanatların bugünlere sağlıklı bir şekilde erişebilmesindeki en büyük paya sahip kişileri sıraladı:
Geleneksel sanatlar adı altında neleri zikredeceğiz o bile netleşmiş değil. O kadar çok sorunlar var ki. Çünkü ötelenmiş, uzun zaman kıymet atfedilmemiş bir alandan bahsediyoruz. Kenarlarda kalmış olan sanat dünyası ayağa kaldırılıyor. Bu öyle kolay bir şey değil. Üç yüz yılda, beş yüz yılda en rafine noktasını yakalamış sanatların, bir an Türkiye’nin batı tercihine kurban gitmesi, ‘her ne ki eskidir kötüdür, her ne ki yenidir mutlaka iyidir’ ezberine feda edilmesi, büyük bir çöküş olmuştur. Hamid Bey, Süheyl Bey, Rikkat Hanım, Necmeddin Okyay olmasaydı, Uğur Derman olmasaydı biz ne yapacaktık… Bugün bunları dahi tartışamazdık. Son on, on beş yılda öyle gelişmeler oldu ki artık sergilere bile yetişemiyoruz.
Alparslan Babaoğlu, yaşadığı bir hadiseyi anlatarak sanatçının aslında ne kadar kendi kabuğuna itilmiş uzaklaştırılmış olduğunu günümüzde bu durumun iyileşme sürecinde önemli merhaleler katettiğini anlattı:
Bundan 12-13 sene kadar önce ABD İstanbul başkonsolosu ve eşi bir tanıdık vasıtasıyla, benim evime ebru seyretmeye geldiler. Ebru sanatı çok hoşlarına gitti.  Konsolos dedi ki kültür bakanı seni tanıyor mu? Hayır dedim. Fikri Sağlar benim çok yakın arkadaşım istersen ben ona söyleyim de kültür bakanı ile tanıştırayım seni dedi. O zaman da kültür bakanı İstemihan Talay. Benim memleketimde bir Amerikalının, benim kültür bakanımla beni tanıştırmak için ki için tavassut teklif etmesi o kadar zoruma gitti ki. Bende; “yok Fikri benim çok yakın arkadaşım gerekirse ben söylerim” dedim. Halbuki tanımam Fikri Sağlar’ı.  Geçen sene Kültür Bakanlığı geleneksel sanat dallarına ödül verdi. Yani o zamanlar kültür bakanının bizlerden haberi yokken oralardan buralara geldik bu sevindirici bir gelişme.
Semih İrteş, Süheyl Ünver’in 1939’da Topkapı Sarayı’nda süsleme sanatlarıyla alakalı eğitimler verdiğini ve kendisinin de burada yetiştiğini söyledi.
Savaş Çevik, ise şimdi sanat dallarında usta olan kişilerin, akademik olarak kendi zamanlarında  o bölümler olmadığı için oralardan mezun olamadıklarını ve şuanda ki yasa ile de bu sebepten üniversitelere hoca olarak alınmalarının önünde engeller bulunduğunu anlatarak şöyle söyledi:
“Bir Semih İrteş hocamızı düşünelim kendisi mimarlık bölümünden mezun olmuş. Üniversitede öyle bir bölüm açıp diyorsunuz ki kalem işi bölümüne hoca tayin edeceğiz fakat üniversitede bu bölümden mezun olma şartı vardır. Ve bu ustalar otomatikman devre dışı kalıyor. Bu kadar absürd bir durumdayız. Belki bundan elli yıl sonra altmış yıl sonra böyle bir kural geçerli olabilir. Fakat şuan, bu değerli hocalarımızdan yararlanmamız gerekiyor. İlgililerden bu değişikliğin yapılmasını talep ediyoruz.”
Günseli Kato, güzel sanatlar fakültelerinin her üniversiteye açılmasının yanlış olduğunu, buralara kaliteli eğitimciler getirilemediğini ve eğitimcisi olmayan şeyin arabeskleşip yozlaşacağını söyledi.
Taner Alakuş,
Her insanın güzel sanatları kazanma şansı olmuyor. Sanat asla tabu olmamalı. Her şeyi oturup tartışmalıyız. Herkesin sanatçı olmak gibi bir lüksü olmayabilir, ama sanattan anlama lüksü vardır. İsmek bunu sağlıyor.
Bize hocamızın verdiği eğitim şekli, benim verdiğim eğitim doğru diğerlerine sakın gitme. Benim eğitim şeklim ise her sergiyi, her hocayı, her öğrenciyi, takip et. Hata arama, tasarımda ben neler yakalayabilirimi kendine destur edin. Her insan uçamaz, uçamazsa koşsun, koşamazsa yürüsün, yürüyemezse sürünsün ama ilerlesin. Zamanında bunlar bir saray sanatıydı. Günümüzde bu böyle değil. İsmek’te eğitim alan her anne mükemmeli yapmak zorunda değil. Ama çocuğu bir şekilde bilinçleniyor. Belki bu çocuklar ileride bizim diktiğimiz ağaçların gölgesinde oturacak çocuklar.
Mustafa Çelebi, modern ve klasik kavramlarının tahlilinden sonra şöyle söyledi:
Klasiği modernle izah etmek, batıya mahsus bir kavramı, bize mahsus bir faaliyet için kullanarak çıkmaza sokmaktır. Klasik sanat deyince aklımıza gelen tezhip, hat, minyatür peki modern deyince? Modern kavramı batıdan çıkan bir kavram. Zeytinyağı ile suyu nasıl karıştırıp çözelteceğiz?
Alparslan Babaoğlu, sanatçı olabilmek için mutlaka bir ustanın rahle-i tedrisinden geçmenin şart olduğunu ve her isteyenin sanat atölyesi açmaması gerektiğinin ikazını yaparak, atölyelerin de ‘korsan’ının bulunduğunu ima etti.
Ayla Makas, ebru sanatında yeni ve yenilik kavramlarını şöyle ele aldı: Yenilik çok büyük bir devrim. Farklı bir çiçek yapan, ben devrim yaptım diye ortaya çıkması kendini bilmemektir. Ebru sanatında, ben farklı bir şey yapıyorum yeni bir şey yapıyorum ama yenilik yapmıyorum bunu iyi ayırmak lazım.
Hüsrev Subaşı, ecdadımızın oluşturduğu temelden habersiz olduğumuzu, ustalıkla yapılmış o kadar büyük bir mirasımızın olduğunu onları bir bilsek hayranlıktan belki yeni şeyler yapmamıza bile gerek kalmayacağını heyecanla söyleyerek konuşmasına şöyle devam etti:
Topkapı Sarayı’nda neler var. Minyatür, tezhip, hat… Karahisari’nin yazdığı Kuran’ı görseniz, ben bu mesleği bırakıyorum dersiniz. Bir satır muhakkak, bir satır reyhani, bir satır sülüs, bir satır reyhani çeviriyorsunuz sayfayı, reyhani muhakkak mantığı, sülüs haliyle devam ediyor. Karahisari o harflerde ne numaralar, ne yeni çizgiler yapmış aklınız şaşar.
Bizim durumumuz şimdi ölmüş bir hastayı iyi niyetle bismillah dediniz Ya Allah dediniz dokundunuz ve adam oynamaya başladı. Ölmemiş dediniz ve hemen birşeyler yapmaya başladınız. O dokununlar Necmeddin Okyay, Hamid Aytaç, Süheyl Ünver… İsmek’in yaptığı da serum takmak olmuştur. Ama o serumdan bazen ne gittiği belli olmuyor…
-Hüseyin hoca, sanatı şu cümlesi ile hafızalarımıza nakşetti: “Sanat bizim medeniyetimizin mütercimidir.”
Arapça, Farsça, Osmanlıca bilmeden hattatlık olmayacağını ve ayrıca her üniversitede geleneksel sanatlar bölümünün açılmaması gerektiğinin ikazını yaparak sözlerini şöyle sürdürdü: Yarım hoca dinden, yarım doktor candan eder. Gelsin Çapa’da, Cerrahpaşa’da okusun. Tıp çok mühimdir. insanın hayatı ellerinin altında. Sanatta böyledir. Sen sanatla, o insanın ruhani hayatını inşa edersin.
Subaşı hoca, Ebru sanatını kimsenin tanımadığı son 30 yılda Hikmet Barutçugil’in Ebru sanatını o ülke senin bu ülke benim diye dolaşarak, Türk Ebrusunu dünyaya tanıtması takdire şayan bir şey olduğunu söyledi.
GELENEKSEL SANAT VE ESERLERİN RESTORASYONU
Türkiye’de öteden beri restorasyon meselesi hep sıkıntılıdır. İmparatorluğun son yıllarına doğru da bu mühim meselede birçok sıkıntı çekmiş ve sayısız geri dönüşü olmayan kayıplar vermişizdir. Panelin ikinci mevzuu olan restorasyon bahsine geçildiğinde hocalarımızın hepsi de içlerinde ne kadar derin yaralar olduğunu sözleriyle aşikar ettiler…
Savaş Çevik, restorasyon işlerinin ehil olanlara verilmediği için rezalet tablolarla karşılaşıldığını söyleyerek bir misalle sözlerine devam etti: Aydın’da18 yy yapımı Cihanoğlu Camii vardır. Bu camiin içerisinde nefis bir işleme vardı. Ben 1968-70’ler arasında o camiin vakıflar yurdunda okudum. Özellikle Hollanda ve İsveç’ten restorasyon ekipleri geldi.  İskeleler kuruldu. Aylarca camii ibadete açılmadı. Dolayısıyla neticede şu karara varmışlar. Bu eserin restoresi mümkün değil o yüzden bunu olduğu gibi korumak durumundayız. Camiin kubbesine, özel yapıştırıcılar eklenerek o kubbeyi tutturdular. Üç yıl önce filan o camie gidince ağladım. Çünkü o eser, vakıflar tarafından hangi boyacı ustaya yaptırıldı ise kubbedeki o işlemeler süsler garip renklerle sıva yapılarak kapatılmıştı. Bu rezilliği ifade edecek kelime bulamıyorum. Bu camii Türkiye’de malakari usulü ile yapılan birkaç eserden bir tanesidir. Fakat kimi kime şikayet edeceksiniz…
Hüsrev Subaşı, içindeki derin acı olan restorasyon konusunu İTÜ’de bir profesörün şöyle bir sözü var diyerek açıyor:  “Türkiye’de artık bu kelimeyi duymak istemiyorum çünkü sağlığımı korumam lazım.”
Eski camii dünyada hat sanatının Ulu Cami’den sonra ikinci müzesidir. Üçüncüsü yok. Ulu camii bir tane. İçeri girdiğiniz zaman, o havayı dünyanın hiçbir yerinde bulamazsınız. Edirne’de Eski Camiinin içine bir sene evvel girdiğim zaman sol tarafta besmelenin, mim’lerini ra’larını cetvelle kılıç ucu gibi bitirerek restore eden anlayışı gördüğüm zaman asabım bozuldu. Oranın restoresi ile alakalı bir muhatap buldum hemen sordum. Siz bu yazıları nasıl yapıyorsunuz böyle? Duvarda sıva problemleri, zemin problemleri varsa, arkadaşımız kalıbı alıyor. Kim alıyor dedim? Bizim sıvacı alıyor cevabını verdi. Güzel! Bu cevaba ne denir ki! Başka sorum yok! E peki sonra? Zemini hazırlıyoruz, tekrar o kalıp geliyor. O kalıbı tekrar kim silkeliyor oraya? ‘sıvacı usta aynı adam’. Etti 2. Bir ümit dedim ki acaba eski fotoğrafları var mı bu yazıların? Bir ihtimal ileride düzeltme imkanımız olabilir mi diye düşünerek fotoğraflarını aldınız mı buranın dedim. Tabi tabi aldık dedi. Görmek istedim. Fotoğraflar geldi şok oldum. Benim çocuklarım bundan daha kaliteli fotoğraf çekerler! Edirne Ulu Camii’nin sol tarafındaki bütün yazılar maalesef gitmiştir…
Bu yıllar öncesinin meselesi. Gazete ilanlarıyla hanlar, medreseler, camiler sattık. Süleymaniye Camii’nin altındaki dükkanları sattık. Ve Müslüman, vakıf maldır toplu iğnesi gelse helak oluruz diye almadı, gitti başkaları aldı.
Semih irteş, hocada bu konuda çok dertli olan isimlerin belki başında geliyor. İstanbul’da 16. yy’dan kalan birçok camii olduğu halde özgün kalem işi ancak bir iki yerde gösterilebilir dedi.
16. yy’dan kalma çok eserimiz vardır. Süleymaniye Camii bunun başında gelir. Süleymaniye’de yeni yapılan onarımlarda, müselleslerde ve kasnakta orijinal kalemler bulundu. Onun haricinde kubbede 19. yy’da bir İtalyan mimarın yaptırmış olduğu bir rokoko kalem işi vardı. 1958 senesinde yapılan onarımda bir dilimini bırakmışlardı. Bu sefer tamamı yeniden yapılma. Süleymaniye de yapılan tezyinatlarda rokoko yapıldı ve camiin atmosferi, derinliği bozuldu. Peki Mimar Sinan bunu bilmiyor muydu? 
Bütün eserlerimizde masraf defterleri vardır. Yani kalemcisinden nakkaşı ne kadar sürede ne kadar iş yaptılar ve kaça mâl oldu hepsi yazar. Süleymaniye defterlerinde kubbe kalemişi hakkında da  bilgi var. 15 tane nakkaşın 16-17 günde bunu tamamladığı yazılıdır. Süleymaniye restorasyonunda da bütün restorasyonlardaki ilim heyetlerinde de bir tane nakkaş yoktur. Herşeye karar veren bir sanat tarihçisi vardır. Ve bu tamamen yanlış…
Hüsrev Subaşı: tarihten bugüne ilginç bir keşif…
Ben Süleymaniye ilim heyetinde değildim. Sadece son altı ay davet ettiler. Çok şükür tepeden aşağı kadar yazılar elimizden geçti. Bu benim için bir şereftir. Küçük bir detaydan bahsetmek istiyorum: Osmanlı, camii içerisine ayet mi yazılacak kubbeye ne yazılır, ne yakışır bunların hepsinin bir felsefesini oluşturmuş. Çocukluğumuzdan beri Süleymaniye’ye girer çıkarız. Hiç aklımıza gelmez burada bir yanlış olacağı. Padişah camii, selatin camii deriz. İş başa düşünce metinlere daha dikkatli bakılıyor. Hani bir arabada giderken yolcu olursanız, yollara o kadar dikkat etmezsiniz ama şoför olursanız yolları ezberlersiniz aynı onun gibi. Sol tarafta mihraba yakın pandantifin üzerinde ki müselleste bir ayet var: bir ayet var “bana başarıyı veren Allah’tır.” Arka tarafa baktım orada da diyor ki “De ki Peygamber, herşeyi yaratan Allah’tır.” Sonra durdum düşündüm. Huzura durduğumuz yerde, kıbleye en yakın kısımda, ‘bana başarıyı veren Allah’tır’ ayeti , arka tarafta de ki herşeyi yaratan Allah’tır ayeti. Yani içime oturmadı. Osmanlılar rastgele yazılar yazacak değiller, bunu mutlaka düşünerek yapmalılar dedim. Yani yakıştıramadım. Zımmen mimar demek istiyor ki ben bu camii bitirdi isem Allah bana lütfetti. E Allah’ın yaratıcılığı arkada, kulun başarısı önde olmaz! Ama sonra vehim yapıyorsun dedim kendi kendime… Son tamir 1950-60 arasında, darbeden sonra yarım kalmış, tahsisat çıkmamış ve ana kubbeye çıkılamamış. Ana kubbeye 150 yıl evvel Abdülfettah Efendi çıkmış. Bütün bunları da Abdülfettah yazmış olmalı diye düşünüyorsunuz. Abdülfetah yanılır mı!  Padişah dahi hattat. En son çare olarak eski fotoğrafları rica ettim. 1890-1910 arası çekilmiş siyah beyaz fotoğraflar Alman Kültür Merkezinden bir de İstanbul üniversitesinden bir mezuniyet tezinin arkasından. Fotoğraflara bir baktım ‘evraka evraka’ diye zıplamaya başladım. Osmanlı neyi nereye yapacağı konusunda harika bir sistem gerçekleştirmiş… İskeleye çıktık raspaladık altından yine aynısı çıktı. Demek ki bir öncekinden daha önce ki bir restorasyonda bu değiştirilmiş.
Semih İrteş hoca müdahale ederek şöyle söyledi: “bu tarihlerden önceki restorasyon Fossati’ye ait!”
Ve şimdi o yüzyıllık hata düzeltildi…

Ve Hüsrev Hoca konuşmasını hattat ve Mimar Sinan arasında güzel bir bağlamla bitiriyor: Koca Sinan’ın imzası el-fakir sinan şeklindedir. Hilyelere baktığınızda hattatlar çok küçük atarlar imzalarını Süleymaniye’ye tepeden baktığınız zaman da Mimar Sinan;’ın kabri hilyenin altındaki hattat imzası gibidir küçücüktür. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder