15 Kasım 2014 Cumartesi

ESAD ERBİLİ HAZRETLERİ

ESAD ERBİLİ HAZRETLERİ’NİN KABRİ (K.S)
İzmir bağrında gizlice büyük bir Allah dostunu barındırmaktadır. Bu Allah dostunu ziyaret etmeyi planlarımıza koyduktan sonra sabah erkenden yola çıkıyoruz. İzmir’de metronun uzak yerlere kadar gitmesi bizim gibi arabası olmayanlar için güzel bir imkan. İstikametimiz Menemen… Cumhuriyetin kurucusunun haritadan silin emrini verdiği güzel beldeye, Muhammed Esad Erbili hazretlerini ziyarete gİdiyoruz… İzban adlı metro ile Menemen’de iniyoruz. İlk defa geldiğimiz için hazretin kabrinin tam olarak nerede olduğunu bilemiyoruz. Birçok kişiye sormamıza rağmen hiç kimseden tatmin edici bir cevap alamadık. Hatta sorduğumuz çiftlerden biri aa Esad Erbili burada mı imiş biz burda oturuyoruz ama bilmiyorduk gibi bir tepki verdi. Evet, yıllarca unutturulmuş bir isim Esad Ebili (k.s). Tevafuken o bölgenin muhtarına rast geldik ve nihayet yolu bize o tarif etti. Sağımızda ve solumuzda askeriyenin bulunduğu bir sokakta ilerliyoruz. İleride bir tabela görüyoruz. Tabelada Kubilay Anıtı yazıyor.  Menemen, Kubilay ismi ve askeriye kelimeleri birleşince zihnimde aniden Üstad Necip Fazıl’ın Son Devrin Din Mazlumları eserinde anlattığı sahneler canlanıyor…(s: 129-145) Sükunet ve tefekkür ile yürümeye devam ediyoruz. Ve evlerin ortasında kaybolmuş küçük bir camii… Safa Camii…
                Bizler bu camii, Esad Efendi hazretlerinin kabrini böyle bulabildik. Peki seneler öncesinde burayı, halifesi bir Allah dostu Mahmud Sami Ramazanoğlu hazretleri hemde daha o zamanlar Şeyh’in kabrine dair hiçbir alamet olmadan nasıl bulmuşlardı?
 İzmir’de ikamet eden Doktor Dursun Bey (Sami Ramazanoğlu hazretlerinin İzmir halifesidir.) şöyle anlatırlar: Sami Efendi bir gün İzmir’i teşrif buyurdular. Ve bize haydi Menemen’e gidelim, Esad Efendi’nin kabrini bulalım dediler. Arabayla Menemen’e gittik bir müddet gezdikten sonra bir yerde durduk ve arabadan indik. Kendileri biraz ilerledi ve uzun süre dua ettikten sonra İşte Esad Efendi’nin kabri şurası, 29 halifesi de şurada medfundur dedi. Bu arsayı satın alın ve buraya cami yaptırın diye emir buyurdular. Arsa satın alındı ve dedikleri yere şu anki Safa Camii yaptırıldı. (Muhammed Esad Erbili, Hayatı,Eserleri ve Tasavvufi Felsefesi, Vahid Göktaş, s.69)
Birde gül kokulu tarifi Kayseri’den kalkıp Menemen’e Esad Erbili hazretlerini ziyarete gelen bir zatın rivayetini dinleyelim:
Kabri sormak için münasip birini ararken gözümün kestiği zata ben Esad Efendi’nin kabrini ziyaret etmek istiyorum. Nerede olduğunu biliyor musun? der. O zat: Aman sus. Sesini çıkarma, ben onu sana gizlice tarif edeyim der. Ve bir müddet sonra, kabri soran zatı alır, ikiye ayrılmış dağın eteğine götürür. Şu yukardan gelen derenin ikiye ayrıldığı yerde dur. Sağını solunu gözet. Mutlaka burnuna güzel bir koku gelecek. Bu güzel kokunun kaynağına dikkat et. Bilesin ki, aradığın mezar o kaynaktır, diye tarif eder. Kayserili ziyaretçi zatın itirafı şu şekildedir: O tarif edilen yere vardığımda, ilahi bir manevi gül kokusu etrafı sarmıştı ki, kokunun kaynağına gelip durdum. Gördüm ki hakikaten kabre benzer bir şey var. Kabrin başında kabir adabına riayet ederek gerekeni yaptım ve murakabeye daldım. Esad Efendi’nin ruhu ile ruhum manevi bir şekilde buluştu. (Abdullah Şahin, Muhammed Esad-ı Erbilî’nin Hayatı Hakkında Bir Araştırma, s.23)
 Mezarıyla ilgili,  Esad Efendi hazretleri Divan’ında şu beyitleri yazmıştır.
Ayandır hâlet-i ruhum dü çeşm-i eşk bârımdan,
 Beyandır hasret ü hüznüm enî -ü âh u zarımdan
 Bakâ-yı nefs-i hod-gâm ile zevk almam nigârımdan
 “Fenâ bulup hayât alam şu dem ki işk-ı yârimden
  Muhabbet isteyen gelsün haber sorsun mezarımdan.”
İlk gördüğümüzde bizi manevi havası ile sâfâyab eden bu güzel caminin kapısını bir pir-i fani açıyor. İrfan kahraman amca caminin açılmış olduğu 1963 senesinden beri burada imamlık vazifesini ifa ediyormuş. Camii bahçesinde birçok kedinin bulunduğunu görünce Esad Efendi’nin halifesinin halifesi Musa Topbaş Efendi hazretlerinin Sultantepe’deki köşkünde bulunan meşhur kedilerini hatırlıyoruz... İrfan amcaya Esad Erbili’yi ziyarete geldiğimizi söyleyince kısık bir sesle, caminin içine girin oradaki kütüphane odasında cevabını alıyoruz. Camiin ruhani atmosferi bedenimizi sararken önce birbirimize sonra da karşımızda duran odaya bakakalıyoruz… Parmaklıklarla kaplı bir pencere, yere serilmiş bir halı, halının üzerinde yeşil örtüsü ile bir masa, masanın üzerinde çiçekler… İşte meşhur Muhammed Esad Erbili hazretlerinin kabri burası… Ne bir mezar taşı var ne de herhangi bir ibare…  Daha üç dört sene evveline kadar bu odanın sırrına vakıf olan çok az sayıda insan varmış.
Peki neden meşihat reisliği vazifesinde bulunmuş, birçok eser sahibi, binlerce müridi ve balkanlarda anadoluda onlarca halifesi bulunan bir mürşid-i kamil, alim Allah dostunun bir mezar taşı bile yok. Niçin kabri saklanmaktadır? Kısaca anlatmak gerekirse, tarihimize Menemen hadisesi olarak geçen vaka cumhuriyetin en karanlık bırakılmış, en meşum olaylarından biridir. 1930 senesinin aralık ayı içerisinde İzmir’in Menemen ilçesinde birkaç esrarkeş ve sarhoş vazifesi başındaki Asteğmen Kubilay’ı öldürüp başını gövdesinden ayırıyorlar. Tüm bunların neticesinde mahkemeler kuruluyor ve olayın failleri Türkiye’nin çeşitli şehirlerinde aranıyorlar. İstanbul’da ise Erenköy’de evine çekilmiş her gün müridlerini kabul eden ve yüz binlerce müridi olduğu söylenen Kelami Dergahı postnişini Muhammed Esad Erbili (k.s) ve oğlu Muhammed Ali Efendi’yi olayın faili olarak tutuklayıp Menemen’e getiriyorlar. Mahkeme ise Esad Efendi’ye yaşlılığı sebebiyle müebbet hapis, oğlu Ali Efendi için ise idam kararı veriyor. Doksanına yaklaşan yaşı ile zaten rahatsız olan Şeyh Esad Efendi’nin yemeklerine zehir katılarak rahatsızlığı iyice artırılmış ve damardan yapılan bir iğne ile 84 yaşında hayatına son verilmiş yani idam edilmiştir. Hemen alelacele bir gece vakti Esad Efendi hazretleri, ailesine haber verilmeden yıkanmadan, cenaze namazı kılınmadan gizlice defnedilmiştir. Şehidlerin yıkanmasına gerek yoktur elbet, cenaze namazını da şüphesiz melekler kılmışlardır…


                                                                                            ÖMER FARUK DELİKTAŞ

MESNEVİHANE TEKKESİ

                                      İKİ TEKKE BİR MESCİD
Fener ve Balat semtleri umumiyetle sokaklarını, mimari planını muhafaza edebilmiş Bu hali ile İstanbul’da artık eşi zor bulunan semtlerdir. Fener ve Çarşamba semtlerinin kesişim noktasında dört mühim yapı mevcut. Şimdi yolculuğa başlayalım. Çok dik bir yokuş olan Sancaktar yokuşunu çıkarken  Fener Rum Lisesi’nin şatoyu andıran binasını görüyoruz diğer ismiyle Kırmızı Mektep. Binanın kuş bakışı görünümü kanatlarını açmış bir kartalı andırıyormuş. Mektebin binasını geçtikten sonra sağa döndüğümüzde bu yol bizi iki tekke bir mescidin buluştuğu bir mekana götürecek. Ortada, meydan hüviyetinde şirin bir boşluk... Ve etrafında 3 tane şirin mi şirin mescid. Hem de tabir-i caizse ulema ve meşayıhın ağır toplarının bulunduğu mescidler bunlar.
Mesnevihane Tekkesi
Mesnevi-i manevi ilk başta Mevlevihanelerde okutulmuş zamanla diğer tarikat mensuplarının da Mesnevi icazeti almasıyla camilerde, medreselerde, konaklarda okutulur hale gelmiştir. Ve bu gelenek haline getirilerek devam ettirilmiştir. Mesnevihan diye isimlendirilen kişi Mesnevi’yi bir topluluğa okur ve şerh eder. İlk mesnevihanda, Hz. Mevlana’nın ağzından çıkan mübarek sözleri yazıya geçiren Hüsameddin Çelebi’dir. Osmanlı’nın son devirlerinde 19. Yüzyılda yaşamış olan bir mesnevihanımız da vardır ki…
"Mesnevîhân-ı Şehir" diye de tanınan Şeyh Hafız Mehmed Murad Efendi, Fatih-Çarşamba'da 1844 senesinde Mesnevîhâne Tekkesi'ni kurmuştur.  Babası Ahıskalı Seyyid Abdülhalim Efendi, Murad Molla tekkesinin ikinci postnişini iken vefat eder ve posta oğlu Mehmed Murad tavsiye olunur. Tekkenin açılış merasimine devrin padişahı Sultan Abdülmecid de davetlidir. Ve İstanbul’un göz bebeği olan alimlerinden Şeyh Hafız Mehmed Murad’ın davetine icabet eder. Tekkenin minaresinin âlemi Mevlevi sikkesi şeklindedir. Burası bir mesnevi dergahıdır, ama Mevlevi dergahı değildir. İşte buranın ilginçliği ve ehemmiyeti de tam burada ortaya çıkıyor. Mehmed Murad hazretleri Nakşıbendi şeyhi. Ve mesneviyi Nakşıbendiler arasında da okutabilmek için daru’l mesnevi’yi kurmuş.  Mesnevi tüm tarikatlarca baş üstünde tutulan bir kitaptır. O yüzden Mesnevi-i Manevi, Mesnevi-i şerif gibi isimlerle yâd edilir.
Şeyh Murad Molla yazmış olduğu şu beyitle kendini ne de güzel arzediyor:
“Murad-ı dert-mend’in cümle ahvali sana malum,
Anı takrir ve tahrire ne hacet ya Rasulullah”
Şeyh Mehmed Murad’ın yüzlerce belki binlerce talebesinden biri de Ahmed Cevdet Paşa’dır. Gençlik yıllarında Şeyh Efendi’den mesnevi icazeti almış ve Farsça tahsil etmiştir. Daha sonrasında Mecelle kaidelerini hazırlayan, Osmanlı tarihi yazan, Kısas-ı Enbiya’yı yazan müthiş bir deha olarak karşımıza çıkacaktır.
Tekkenin cümle kapısının girişinde Ali Haydar Bey’in nefis talik hattı ile iki satır halinde yazılmış bulunan mensur kitabede “Haza dar-ı tedris’el- Mesnevi li Hazreti Mevlana Celaleddin el-Rumi kaddese sırrahüs’s-Sami” yazılıdır.
Bu tekke de Tekkelerin kapatıldığı 1925 senesine kadar adeta bir Mesnevi üniversitesi gibi eğitim vermiştir. Fakat daha sonra bütün İslami yapıların uğradığı akıbet, bir eşi daha olmayan bu tekkenin de başına gelmiştir. Ve zamanla harap olarak yapılar topluluğu bir bir yıkılmıştır. Ancak günümüze sadece dershane-mescid kısmı kalmıştır. Şeyh Murad Efendi’nin türbesi tekkenin bahçesindedir. Bir dua etmeden geçmeyelim…
Murad Efendi hazretlerinin Arapça, Farsça ve Türkçe olarak yazmış olduğu birçok eser mevcuttur. • Hülâsatü’ş-Şürûh ismiyle bir mesnevi şerhi vardır. Hususiyeti ise daha önce yapılmış olan Mesnevi şerhlerinin bir özeti niteliğindedir. Ma Hazar ismiyle Feridüddin Attar hazretlerinin Pendname’sini şerh etmiştir. Vekayıname adlı eserinde ise yaptırmış olduğu mesnevihanenin açılış törenini anlatır. Bir Divan’ı vardır ki Evliyaullaha  yazılmış harika şiirler bulunur.
İsmet Efendi Tekkesi
1872’de vakfedilen İsmet Efendi Tekkesi’ne ismini veren zat 19. Yüzyıl Nakşi şeyhlerinden Mustafa İsmet Garibullah hazretleridir.
Mustafa İsmet Garibullah hazretleri, Sultan Abdülmecid Han’ın intisap ettiği bir zattır. Sık sık onu saraya yemeğe davet eder feyzinden istifade etmeye çalışırmış. Şeyh İsmet Efendi’nin çok mühim bir eseri vardır ki onu Mahmud Ustaosmanoğlu hocaefendi şerh ve izah ederek yayına hazırlamıştır. İşte o eseri Risale-i Kudsiye’den bir bölüm
İlahi Mustafa İsmet ki ismim
Zuhuru Yanya’da oldu bu cismim
Aman garket visal-i bahre resmim
Bu resmim mahvolup Hakk’a gidelim
Cemal-i bakemali seyredelim
Rivayet olunduğu üzere Şeyh İsmet Efendi Anadolu ve Rumeli’den toplam 60 kadar kişiye hilafet vermiştir. Ve de Allahu Teala’nın halis kullarının, dostlarının cazibesi vefatlarından sonra da devam eder kaidesince İsmet Efendi hazretleri de şöyle buyururlarmış  “Allah’ım bana vadetti; yoldan geçerken bu tekkenin kapısından bir kere muhabbetle bakanları dahi unutturmayacak, onlara şefaat edeceğim.”
İsmet Efendi tekkesinin son postnişini Ali Haydar Efendi’dir ve kendisi Mecelle Telif ve Tercüme Komisyonunun da üyesi ve de huzur dersleri hocasıdır.(M.Emin Saraç hocaefendi Ali Haydar Efendi’nin icazetli talebesidir.)
Bu maneviyat yapılanmasının olduğu meydanda ki camiin ismi ise Tevkii Cafer Camii’dir. Camii seksenli yıllara kadar harap bir halde gelebilmiş ve daha sonrasında restore edilmiştir.

    Ömer Faruk Deliktaş 

EMİRGAN

EMİRGAN
Emirgan ismi artık tamamıyle lalelerle özdeşleşti desek yanlış söylemiş olmayız. Nisan ayının gelmesi demek lalelerin Emirgan’a ve İstanbul’un birçok yerlerine inci taneleri gibi sıralanması demektir. Bizde bu inci tanelerini asıl yerlerinde görmek gerek diyerek yola çıktık. Maalesef bu güzelliklere ulaşmak için İstanbul’un zahmeti olan trafiğe katlanmanız gerekiyor. Ya da tekne kiralayıp öyle de gidebilirsiniz. Güç bela Emirgan’a vardıktan sonra koruya çıkmadan önce elbette ki Sultan 1.Abdülhamid’in yaptırmış olduğu Hamid-i Evvel camii veya diğer ismi ile Emirgan Camii’ni ziyaret ediyoruz.
Emirgan Camii
Boğaz’ın, Hz. Fatih’in tarihçisi Tursun Bey’in tabiriyle nehr-i aziz’in, en büyük camii Ortaköy camiidir. Ama asıl boğazın yani bir yılan gibi kıvrım kıvrım ilerleyen boğazın iki büyük camii vardır. Ve ikisi de Sultan 1.Abdülhamid’in yadigarı camiilerdir. Beylerbeyi Camii ve Emirgan Camii... İkisi de yalı cami diye adlandırdığımız kategoriye dahildir. Emirgan Camii’nin Hemen önünde çınar ile beraber harika bir çeşme görüyoruz. Hat yazıları enfes ve meydana çok güzel bir bütünlük katmış.  Dört bir tarafında yazılar mevcut. Camii bir kompleks şeklinde düşünülmüş; hamam, fırın, meydan çeşmesi, değirmen ve dükkanlar yapılmış. Ancak bunlardan günümüze sadece meydan çeşmesi gelebilmiştir. Çınaraltında bulunan çeşmenin banisi Sultan 1. Abdülhamid’dir. Az ilerisinde yer alan ihtişam ve sadeliği kendinde cem edebilen muvakkithanenin banisi Sultan 1. Abdülmecid’dir. Şuan büfe olarak kullanılıyor. Muvakkithane camiiden 6 yıl sonra yapılıyor ama çeşme camii ile aynı tarihte yapılmış. Bu çeşmeden Emirgan semtinin Aşıklar Tepesi’nde çıkan ve böbrek taşlarını düşürdüğü söylenen İmam suyu aktığı söyleniyor.  Hamid-i evvel camiine girdiğimizde sol tarafımızda kuş banyosu mimarisinde yapılmış çok güzel bir eser bizi karşılıyor. Hemen bu küçük havuzun yanındaki banklara oturup Sultan 1. Abdülhamid’den bahsedelim. 2.’si çok meşhur ve bilinen Abdülhamid isimli padişahlarımızın birincisi maalesef pek bilinmez. Ama tebaasına çok büyük muhabbet besleyen, memleketin her karış toprağının mesuliyetini, ağırlığını kalbinin en derinlerinde hisseden bir sultanımızdı. Ve bu hissiyatının muhkemliği vefatının da sebebi olacaktır. Rusların Özi Kalesi’ni ele geçirip müslüman ahaliyi kılıçtan geçirdiği haberi kendisine ulaşınca Osmanlı sultanı ve Müslümanların halifesine inme inmiş yani felç geçirmiş ve bir sene sonra da vefat etmiştir.
Uzaktan baktığımızda camii, muvakkithane, çeşme ve tabi ki çınar harika bir görünüm sunuyorlar. Camiin hemen yanında da Şerifler yalısı bulunmaktadır. Bu yalı Rumeli yakasının en eski yalısıdır. Mekke şeriflerine ait olmasından dolayı bu isim verilmiştir.  Tabi önünden yol geçirildiği için artık yol yalısı olmuşta diyebiliriz. Yesari Mehmed Efendi’nin çeşmeye nakşettiği nefis hattın bizde bıraktığı edayla Hamid-i Evvel Camii’ne adım atıyoruz. Sol tarafta bir kuş havuzu aslında camiin ne kadar zarif bir şekilde yapıldığının emarelerinden birisi.  Karşımızda duvara bitiştirilmiş bir çeşme...  Ve hemen sağ tarafında kitabesi bulunan bir şadırvan. Camii 1781 yılında erken yaşta vefat eden Şehzade Mehmed ve onun validesi Hümaşah kadın için yaptırılmıştır. Ancak şuan ki eser sol taraftaki avlu kapısı üzerinde Yeserizade Mustafa İzzet Efendi’nin hattı ile yazılı kitabede belirtildiği üzere Sultan 2. Mahmud tarafından eski camiin yerine 1838’de yeniden yapılmıştır.  Camie girdiğimizde yüzümüze vuran ışık hüzmeleriyle beraber büyüleniyoruz. Mihrab çiçek, yaprak ve dal motifleriyle süslenmiş. Hünkar mahfilinde Sultan Mahmud güneşi olarak isimlendirilen simgeyi görüyoruz. Dış kısımda çeşme ile karşı karşıya bulunan ahşap ve beyaz bir Hünkar Kasrı mevcud. Ve Emirgan korusu’na, lalelerin dansına geç kalmamak için Hamid-i Evvel camiinden biran evvel çıkıyoruz.
Emirgan Korusu ve Laleler..
Birşeyde gözüm yok kuru bir can kafi
Hoşbeş edecek ehl-i ihvan kafi
İkbaline bel bağlamadım dünyanın
İstanbul içinde bir Emirgan kafi

Emirgan ismi, Sultan 4. Murad Revan seferinden dönerken yanında Revan kalesi kumandanı Emirgune Han’ı İstanbul’a getirip kendisine burayı vermesinden dolayı zamanla önce korunun sonra da semtin ismi haline dönüşmüştür. Sultan Abdülaziz bu araziyi Mısır Hıdivi İsmail Paşa’ya vermiş ve o da Sarı, Beyaz ve Pembe isimlerini taşıyan üç tane köşk inşa ettirmiştir. Emirgan korusuna girip ilerledikçe harika güzelliklerle karşılaşıyoruz. Her bir yerde harika motifler ve lalelerinin eşsiz görünümü. Allah cennetteki güzelliklerinin benzerinin küçücük bir parçasını da herhalde buraya bahşetmiş diyoruz. Ecdadımızın çiçek kültürü, sevgisi avam halktan padişaha kadar temayüz etmişti. Ve Emirgan’a çıkarken otoparka ulaşabilmek için arka arkaya dizilmiş arabaların birinin içinde Osmanlı bakiyesi alimlerden Muhterem Emin Saraç Hocaefendi’yi görüyoruz…
Lale Emirgan demektir. Lale asya demektir. Lale sembolü Allah’ı temsil ederken gül de onun son elçisi ve Rasul’i Zişan Efendimiz’i temsil eder. Maalesef uzun zamandır lale deyince dünyanın aklına Hollanda geliyor. Lalenin Avrupa yolculuğu İstanbul’da başlamıştır. Avusturya kralı Ferdinand’ın elçisi olarak İstanbul’a gelen Busbek’in buradan götürdüğü lale türüne tülbent lalesi denilirdi. Dolayısıyla tülbent kelimesinin batı dillerindeki karşılığı ‘tulip’ kelimesi bu çiçeğin batıdaki ismi olmuştur. İstanbul’da yetişen birçok lale türü bulunmaktaydı. Ve bu türlere verilen isimler bile insanı mest ediyor adeta… İşte buyrunuz bu adlarından bazıları. İsimleri dahi zihninizde harikuladelikler oluşturacak: Câm-ı zerrin (altın kadeh), cevher-i hayat, dürri yekta (eşsiz inci), menba-i hayat, nur-u cenan (gönül nuru), revnak-bahş(parlaklık güzellik veren), saye-i hüma (mutluluk gölgesi), zevk-bahş (zevk veren), gül-i şebab (gençlik gülü), Kerem-i bâri (Allah’ın lütfu)… Laleler kendi aralarında öyle bir ahenk oluşturuyorlar ki sanki açılmış halleri ile gökten yağan rahmeti tutup daha sonra da kendilerini seyre gelenlere o rahmeti göz nuru şeklinde gözlerimize ikram ediyorlar veya gönül ferahlatan şekliyle bizlere sunuyorlar.
Ruşen Eşref’in lale üzerine şiirinin bir dörtlüğü şöyledir:
İlhamıydım ben Nedim’in
Sevgilisi İbrahim’in
Bayılırdı şen vezirler
Sıra sıra bizi dizer
Emirgan Korusunda iki tane birbine bağlı olan gölet var. Rengarenk laleler, iki tane gölet, 3 tane birbirinden hoş mimarilere sahip köşkler, sincaplar, boğaz manzarası ve insanı rahatlatan serinlik, misk misali çiçek kokuları… Dünyadaki cennetlerden birisi de burası olsa gerek... Emirgan korusunda 120 çeşit ağaç türü bulunmaktadır. Ve boğazın vazgeçilmez ağacı olan erguvanda Emirgan korusuna çok güzel yakışıyor.
Yazımızı İstanbul aşığının dizeleriyle sonlandıralım.. Yahya Kemal,  Osmanlı İstanbul’unun zevkini tadan, yaşayan ve mısralara dökebilen son şairlerden biri olarak Hüzün ve Hatıra adlı şiirinde şöyle seslenir:
Tenha Emirgan’ın Çınaraltı’nda kahvesi,
Poyrazla söyleşir gibi yaprakların sesi.
Hem başka hem de hayli yakın karşı mabede
Mermerle kaplı çeşmede, mevzun kitabede
Baktım Yesari hatlarının bir nefisine,
Daldim coşup giden denizin musikisine…



                                                                                            Ömer Faruk Deliktaş





GELENEKSEL SANATLAR

 İSMEK  “Geleneksel Sanatlarımızın Bugünü ve Yarını” başlıklı açık oturumu 4 Haziran’da Üsküdar Bağlarbaşı Kültür Merkezi’nde düzenledi. Alanlarında kendilerini ispatlamış usta isimler geleneksel sanatların kısaca geçmişini, bugününü ve geleceğini değerlendirdiler.
Hattat ve İSMEK Hüsn-i Hat Zümre Başkanı Savaş Çevik’in moderatörlüğünde yapılan açık oturumda: Hattat Fatih Sultan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Hüsrev Subaşı, Tezhip Sanatçısı Mamure Öz, Kalemişi Sanatçısı Semih İrteş, Minyatür Sanatçısı ve İSMEK Minyatür Zümre Başkanı Taner Alakuş, Minyatür Sanatçısı Günseli Kato, Ebru Sanatçısı Ayla Makas, Ebru Sanatçısı Tevfik Alparslan Babaoğlu, Tezhip Sanatçısı Mustafa Çelebi konuşmacı olarak yer aldı.
Hüsrev Subaşı, hoca güzel bir mukaddime ile oturumu açtı. Geleneksel sanatlarımızın ülkemizin batı tercihiyle giderek erimeye başlamasını, sonrasında da bu sanatların bugünlere sağlıklı bir şekilde erişebilmesindeki en büyük paya sahip kişileri sıraladı:
Geleneksel sanatlar adı altında neleri zikredeceğiz o bile netleşmiş değil. O kadar çok sorunlar var ki. Çünkü ötelenmiş, uzun zaman kıymet atfedilmemiş bir alandan bahsediyoruz. Kenarlarda kalmış olan sanat dünyası ayağa kaldırılıyor. Bu öyle kolay bir şey değil. Üç yüz yılda, beş yüz yılda en rafine noktasını yakalamış sanatların, bir an Türkiye’nin batı tercihine kurban gitmesi, ‘her ne ki eskidir kötüdür, her ne ki yenidir mutlaka iyidir’ ezberine feda edilmesi, büyük bir çöküş olmuştur. Hamid Bey, Süheyl Bey, Rikkat Hanım, Necmeddin Okyay olmasaydı, Uğur Derman olmasaydı biz ne yapacaktık… Bugün bunları dahi tartışamazdık. Son on, on beş yılda öyle gelişmeler oldu ki artık sergilere bile yetişemiyoruz.
Alparslan Babaoğlu, yaşadığı bir hadiseyi anlatarak sanatçının aslında ne kadar kendi kabuğuna itilmiş uzaklaştırılmış olduğunu günümüzde bu durumun iyileşme sürecinde önemli merhaleler katettiğini anlattı:
Bundan 12-13 sene kadar önce ABD İstanbul başkonsolosu ve eşi bir tanıdık vasıtasıyla, benim evime ebru seyretmeye geldiler. Ebru sanatı çok hoşlarına gitti.  Konsolos dedi ki kültür bakanı seni tanıyor mu? Hayır dedim. Fikri Sağlar benim çok yakın arkadaşım istersen ben ona söyleyim de kültür bakanı ile tanıştırayım seni dedi. O zaman da kültür bakanı İstemihan Talay. Benim memleketimde bir Amerikalının, benim kültür bakanımla beni tanıştırmak için ki için tavassut teklif etmesi o kadar zoruma gitti ki. Bende; “yok Fikri benim çok yakın arkadaşım gerekirse ben söylerim” dedim. Halbuki tanımam Fikri Sağlar’ı.  Geçen sene Kültür Bakanlığı geleneksel sanat dallarına ödül verdi. Yani o zamanlar kültür bakanının bizlerden haberi yokken oralardan buralara geldik bu sevindirici bir gelişme.
Semih İrteş, Süheyl Ünver’in 1939’da Topkapı Sarayı’nda süsleme sanatlarıyla alakalı eğitimler verdiğini ve kendisinin de burada yetiştiğini söyledi.
Savaş Çevik, ise şimdi sanat dallarında usta olan kişilerin, akademik olarak kendi zamanlarında  o bölümler olmadığı için oralardan mezun olamadıklarını ve şuanda ki yasa ile de bu sebepten üniversitelere hoca olarak alınmalarının önünde engeller bulunduğunu anlatarak şöyle söyledi:
“Bir Semih İrteş hocamızı düşünelim kendisi mimarlık bölümünden mezun olmuş. Üniversitede öyle bir bölüm açıp diyorsunuz ki kalem işi bölümüne hoca tayin edeceğiz fakat üniversitede bu bölümden mezun olma şartı vardır. Ve bu ustalar otomatikman devre dışı kalıyor. Bu kadar absürd bir durumdayız. Belki bundan elli yıl sonra altmış yıl sonra böyle bir kural geçerli olabilir. Fakat şuan, bu değerli hocalarımızdan yararlanmamız gerekiyor. İlgililerden bu değişikliğin yapılmasını talep ediyoruz.”
Günseli Kato, güzel sanatlar fakültelerinin her üniversiteye açılmasının yanlış olduğunu, buralara kaliteli eğitimciler getirilemediğini ve eğitimcisi olmayan şeyin arabeskleşip yozlaşacağını söyledi.
Taner Alakuş,
Her insanın güzel sanatları kazanma şansı olmuyor. Sanat asla tabu olmamalı. Her şeyi oturup tartışmalıyız. Herkesin sanatçı olmak gibi bir lüksü olmayabilir, ama sanattan anlama lüksü vardır. İsmek bunu sağlıyor.
Bize hocamızın verdiği eğitim şekli, benim verdiğim eğitim doğru diğerlerine sakın gitme. Benim eğitim şeklim ise her sergiyi, her hocayı, her öğrenciyi, takip et. Hata arama, tasarımda ben neler yakalayabilirimi kendine destur edin. Her insan uçamaz, uçamazsa koşsun, koşamazsa yürüsün, yürüyemezse sürünsün ama ilerlesin. Zamanında bunlar bir saray sanatıydı. Günümüzde bu böyle değil. İsmek’te eğitim alan her anne mükemmeli yapmak zorunda değil. Ama çocuğu bir şekilde bilinçleniyor. Belki bu çocuklar ileride bizim diktiğimiz ağaçların gölgesinde oturacak çocuklar.
Mustafa Çelebi, modern ve klasik kavramlarının tahlilinden sonra şöyle söyledi:
Klasiği modernle izah etmek, batıya mahsus bir kavramı, bize mahsus bir faaliyet için kullanarak çıkmaza sokmaktır. Klasik sanat deyince aklımıza gelen tezhip, hat, minyatür peki modern deyince? Modern kavramı batıdan çıkan bir kavram. Zeytinyağı ile suyu nasıl karıştırıp çözelteceğiz?
Alparslan Babaoğlu, sanatçı olabilmek için mutlaka bir ustanın rahle-i tedrisinden geçmenin şart olduğunu ve her isteyenin sanat atölyesi açmaması gerektiğinin ikazını yaparak, atölyelerin de ‘korsan’ının bulunduğunu ima etti.
Ayla Makas, ebru sanatında yeni ve yenilik kavramlarını şöyle ele aldı: Yenilik çok büyük bir devrim. Farklı bir çiçek yapan, ben devrim yaptım diye ortaya çıkması kendini bilmemektir. Ebru sanatında, ben farklı bir şey yapıyorum yeni bir şey yapıyorum ama yenilik yapmıyorum bunu iyi ayırmak lazım.
Hüsrev Subaşı, ecdadımızın oluşturduğu temelden habersiz olduğumuzu, ustalıkla yapılmış o kadar büyük bir mirasımızın olduğunu onları bir bilsek hayranlıktan belki yeni şeyler yapmamıza bile gerek kalmayacağını heyecanla söyleyerek konuşmasına şöyle devam etti:
Topkapı Sarayı’nda neler var. Minyatür, tezhip, hat… Karahisari’nin yazdığı Kuran’ı görseniz, ben bu mesleği bırakıyorum dersiniz. Bir satır muhakkak, bir satır reyhani, bir satır sülüs, bir satır reyhani çeviriyorsunuz sayfayı, reyhani muhakkak mantığı, sülüs haliyle devam ediyor. Karahisari o harflerde ne numaralar, ne yeni çizgiler yapmış aklınız şaşar.
Bizim durumumuz şimdi ölmüş bir hastayı iyi niyetle bismillah dediniz Ya Allah dediniz dokundunuz ve adam oynamaya başladı. Ölmemiş dediniz ve hemen birşeyler yapmaya başladınız. O dokununlar Necmeddin Okyay, Hamid Aytaç, Süheyl Ünver… İsmek’in yaptığı da serum takmak olmuştur. Ama o serumdan bazen ne gittiği belli olmuyor…
-Hüseyin hoca, sanatı şu cümlesi ile hafızalarımıza nakşetti: “Sanat bizim medeniyetimizin mütercimidir.”
Arapça, Farsça, Osmanlıca bilmeden hattatlık olmayacağını ve ayrıca her üniversitede geleneksel sanatlar bölümünün açılmaması gerektiğinin ikazını yaparak sözlerini şöyle sürdürdü: Yarım hoca dinden, yarım doktor candan eder. Gelsin Çapa’da, Cerrahpaşa’da okusun. Tıp çok mühimdir. insanın hayatı ellerinin altında. Sanatta böyledir. Sen sanatla, o insanın ruhani hayatını inşa edersin.
Subaşı hoca, Ebru sanatını kimsenin tanımadığı son 30 yılda Hikmet Barutçugil’in Ebru sanatını o ülke senin bu ülke benim diye dolaşarak, Türk Ebrusunu dünyaya tanıtması takdire şayan bir şey olduğunu söyledi.
GELENEKSEL SANAT VE ESERLERİN RESTORASYONU
Türkiye’de öteden beri restorasyon meselesi hep sıkıntılıdır. İmparatorluğun son yıllarına doğru da bu mühim meselede birçok sıkıntı çekmiş ve sayısız geri dönüşü olmayan kayıplar vermişizdir. Panelin ikinci mevzuu olan restorasyon bahsine geçildiğinde hocalarımızın hepsi de içlerinde ne kadar derin yaralar olduğunu sözleriyle aşikar ettiler…
Savaş Çevik, restorasyon işlerinin ehil olanlara verilmediği için rezalet tablolarla karşılaşıldığını söyleyerek bir misalle sözlerine devam etti: Aydın’da18 yy yapımı Cihanoğlu Camii vardır. Bu camiin içerisinde nefis bir işleme vardı. Ben 1968-70’ler arasında o camiin vakıflar yurdunda okudum. Özellikle Hollanda ve İsveç’ten restorasyon ekipleri geldi.  İskeleler kuruldu. Aylarca camii ibadete açılmadı. Dolayısıyla neticede şu karara varmışlar. Bu eserin restoresi mümkün değil o yüzden bunu olduğu gibi korumak durumundayız. Camiin kubbesine, özel yapıştırıcılar eklenerek o kubbeyi tutturdular. Üç yıl önce filan o camie gidince ağladım. Çünkü o eser, vakıflar tarafından hangi boyacı ustaya yaptırıldı ise kubbedeki o işlemeler süsler garip renklerle sıva yapılarak kapatılmıştı. Bu rezilliği ifade edecek kelime bulamıyorum. Bu camii Türkiye’de malakari usulü ile yapılan birkaç eserden bir tanesidir. Fakat kimi kime şikayet edeceksiniz…
Hüsrev Subaşı, içindeki derin acı olan restorasyon konusunu İTÜ’de bir profesörün şöyle bir sözü var diyerek açıyor:  “Türkiye’de artık bu kelimeyi duymak istemiyorum çünkü sağlığımı korumam lazım.”
Eski camii dünyada hat sanatının Ulu Cami’den sonra ikinci müzesidir. Üçüncüsü yok. Ulu camii bir tane. İçeri girdiğiniz zaman, o havayı dünyanın hiçbir yerinde bulamazsınız. Edirne’de Eski Camiinin içine bir sene evvel girdiğim zaman sol tarafta besmelenin, mim’lerini ra’larını cetvelle kılıç ucu gibi bitirerek restore eden anlayışı gördüğüm zaman asabım bozuldu. Oranın restoresi ile alakalı bir muhatap buldum hemen sordum. Siz bu yazıları nasıl yapıyorsunuz böyle? Duvarda sıva problemleri, zemin problemleri varsa, arkadaşımız kalıbı alıyor. Kim alıyor dedim? Bizim sıvacı alıyor cevabını verdi. Güzel! Bu cevaba ne denir ki! Başka sorum yok! E peki sonra? Zemini hazırlıyoruz, tekrar o kalıp geliyor. O kalıbı tekrar kim silkeliyor oraya? ‘sıvacı usta aynı adam’. Etti 2. Bir ümit dedim ki acaba eski fotoğrafları var mı bu yazıların? Bir ihtimal ileride düzeltme imkanımız olabilir mi diye düşünerek fotoğraflarını aldınız mı buranın dedim. Tabi tabi aldık dedi. Görmek istedim. Fotoğraflar geldi şok oldum. Benim çocuklarım bundan daha kaliteli fotoğraf çekerler! Edirne Ulu Camii’nin sol tarafındaki bütün yazılar maalesef gitmiştir…
Bu yıllar öncesinin meselesi. Gazete ilanlarıyla hanlar, medreseler, camiler sattık. Süleymaniye Camii’nin altındaki dükkanları sattık. Ve Müslüman, vakıf maldır toplu iğnesi gelse helak oluruz diye almadı, gitti başkaları aldı.
Semih irteş, hocada bu konuda çok dertli olan isimlerin belki başında geliyor. İstanbul’da 16. yy’dan kalan birçok camii olduğu halde özgün kalem işi ancak bir iki yerde gösterilebilir dedi.
16. yy’dan kalma çok eserimiz vardır. Süleymaniye Camii bunun başında gelir. Süleymaniye’de yeni yapılan onarımlarda, müselleslerde ve kasnakta orijinal kalemler bulundu. Onun haricinde kubbede 19. yy’da bir İtalyan mimarın yaptırmış olduğu bir rokoko kalem işi vardı. 1958 senesinde yapılan onarımda bir dilimini bırakmışlardı. Bu sefer tamamı yeniden yapılma. Süleymaniye de yapılan tezyinatlarda rokoko yapıldı ve camiin atmosferi, derinliği bozuldu. Peki Mimar Sinan bunu bilmiyor muydu? 
Bütün eserlerimizde masraf defterleri vardır. Yani kalemcisinden nakkaşı ne kadar sürede ne kadar iş yaptılar ve kaça mâl oldu hepsi yazar. Süleymaniye defterlerinde kubbe kalemişi hakkında da  bilgi var. 15 tane nakkaşın 16-17 günde bunu tamamladığı yazılıdır. Süleymaniye restorasyonunda da bütün restorasyonlardaki ilim heyetlerinde de bir tane nakkaş yoktur. Herşeye karar veren bir sanat tarihçisi vardır. Ve bu tamamen yanlış…
Hüsrev Subaşı: tarihten bugüne ilginç bir keşif…
Ben Süleymaniye ilim heyetinde değildim. Sadece son altı ay davet ettiler. Çok şükür tepeden aşağı kadar yazılar elimizden geçti. Bu benim için bir şereftir. Küçük bir detaydan bahsetmek istiyorum: Osmanlı, camii içerisine ayet mi yazılacak kubbeye ne yazılır, ne yakışır bunların hepsinin bir felsefesini oluşturmuş. Çocukluğumuzdan beri Süleymaniye’ye girer çıkarız. Hiç aklımıza gelmez burada bir yanlış olacağı. Padişah camii, selatin camii deriz. İş başa düşünce metinlere daha dikkatli bakılıyor. Hani bir arabada giderken yolcu olursanız, yollara o kadar dikkat etmezsiniz ama şoför olursanız yolları ezberlersiniz aynı onun gibi. Sol tarafta mihraba yakın pandantifin üzerinde ki müselleste bir ayet var: bir ayet var “bana başarıyı veren Allah’tır.” Arka tarafa baktım orada da diyor ki “De ki Peygamber, herşeyi yaratan Allah’tır.” Sonra durdum düşündüm. Huzura durduğumuz yerde, kıbleye en yakın kısımda, ‘bana başarıyı veren Allah’tır’ ayeti , arka tarafta de ki herşeyi yaratan Allah’tır ayeti. Yani içime oturmadı. Osmanlılar rastgele yazılar yazacak değiller, bunu mutlaka düşünerek yapmalılar dedim. Yani yakıştıramadım. Zımmen mimar demek istiyor ki ben bu camii bitirdi isem Allah bana lütfetti. E Allah’ın yaratıcılığı arkada, kulun başarısı önde olmaz! Ama sonra vehim yapıyorsun dedim kendi kendime… Son tamir 1950-60 arasında, darbeden sonra yarım kalmış, tahsisat çıkmamış ve ana kubbeye çıkılamamış. Ana kubbeye 150 yıl evvel Abdülfettah Efendi çıkmış. Bütün bunları da Abdülfettah yazmış olmalı diye düşünüyorsunuz. Abdülfetah yanılır mı!  Padişah dahi hattat. En son çare olarak eski fotoğrafları rica ettim. 1890-1910 arası çekilmiş siyah beyaz fotoğraflar Alman Kültür Merkezinden bir de İstanbul üniversitesinden bir mezuniyet tezinin arkasından. Fotoğraflara bir baktım ‘evraka evraka’ diye zıplamaya başladım. Osmanlı neyi nereye yapacağı konusunda harika bir sistem gerçekleştirmiş… İskeleye çıktık raspaladık altından yine aynısı çıktı. Demek ki bir öncekinden daha önce ki bir restorasyonda bu değiştirilmiş.
Semih İrteş hoca müdahale ederek şöyle söyledi: “bu tarihlerden önceki restorasyon Fossati’ye ait!”
Ve şimdi o yüzyıllık hata düzeltildi…

Ve Hüsrev Hoca konuşmasını hattat ve Mimar Sinan arasında güzel bir bağlamla bitiriyor: Koca Sinan’ın imzası el-fakir sinan şeklindedir. Hilyelere baktığınızda hattatlar çok küçük atarlar imzalarını Süleymaniye’ye tepeden baktığınız zaman da Mimar Sinan;’ın kabri hilyenin altındaki hattat imzası gibidir küçücüktür. 

İZMİRİN EMİR SULTANI

İZMİR’İN FATİHİ EMİR SULTAN
İzmir, tarih boyunca çeşitli dinlerden insanların yaşadığı bir şehir olma vasfını hep muhafaza etmiştir. Gavur izmir tabirine hep aşinayızdır da bu şehir gerçekten ‘gavur’ların elinde iken buraları kim fethetti ve müslümanlaştırdı diye düşünmeyiz. Bu yazıda maalesef hiç bilinmeyen ve ehemmiyeti kavranamamış, unutulmuş bir fatihten bahsedeceğim. Ben de böyle birinin varlığından İzmir’in sokaklarını bilmeden rastgele arşınlarken tevafuken haberdar oldum. Emir Sultan beni türbesine çağırdığı gibi hayatının bilinen noktalarını merakla incelemem için de ilham kaynağı oldu.
 Efendim, malumunuz Bursa’mızda  Emir Sultan Hazretleri vardır. Yıldırım Bayezıd, Çelebi Mehmed ve Sultan 2.Murad’a kılıç kuşandıran Emir Sultan. Sultan Murad ile İstanbul’un fethine 500 dervişini de alarak iştirak eden Bursalı Emir Sultan. Neden mi Bursalı tabirini kullanıyorum. Çünkü Emir Sultan Hazretleri bir tane değildir. Hem madden hem de manen bir de İzmir fatihi Emir Sultan hazretleri vardır.
İzmir’deki Türk Mührü
Mükerremeddin Emir Sultan Hazretleri bir alperendir. Aynı zamanda Peygamber Efendimiz’in torunu ve ordu kumandanıdır. Bursa’da kabri bulunan meşhur Emir Sultan hazretlerinden 300 yıl evvel yaşamış olan Mükerremeddin Emir Sultan İzmir Konak’ta medfundur. Emir sultan lakabını alış hikayesi ise çeşitli rivayetler bulunmakla birlikte bir hayli ilginçtir. Aydınoğulları Beyliği zamanında İzmir’de bir Allah dostu vefat eder. ( Yaygın olan rivayete göre bu kişi büyük alim İmam Birgivi hazretleridir. Fakat Mükerremeddin hazretleri ile İmam Birgivi’nin yaşadığı zamanlar arasında yaklaşık bir asır vardır.) Aydınoğulları Beyi Gazi Umur Bey, İzmir bir uç beylik olduğundan ve beyliğin merkezi İzmir’in Ödemiş ilçesinin Birgi kasabası olması hasebiyle herhangi bir düşman tehlikesine karşın İzmir’de vefat eden bu Allah dostunun kabrinin Birgi’ye getirilmesini ister. Tabi böyle mukaddes bir vazifeyi ancak senin gibi ulu bir zat yapmalıdır diyerek görevi ordusunun kumandanı ve Allah’ın veli kulu Seyyid Mükerremeddin Efendi Hazretleri’ne tevdi eder. Hazret hemen yanına askerlerden bir bölük alıp cenazeyi yıkayıp kefenlerler. Ve tabut omuzlar üzerinde yola çıkarılır. Şimdi ki Gaziemir denilen mevkie gelindiğinde namazın vakti çıkmaya yaklaşmıştır. Mükerremeddin hazretleri ve askerleri etrafa bakınırlar fakat bir türlü su bulamazlar. Vakitte daralmaktadır. Hemen eller açılır ve ‘Ya Rabbi bir yerlerde su var ama biz bulmaktan aciziz bize yol göster’ diye niyaz edilir. Allah, dostlarının dualarına icabet eder… Ve tabuttan Allah dostu, elini dışarı çıkartarak Mükerremeddin hazretlerine ‘Kaz Ya Emir’ diyerek bulundukları yerin altını gösterir. Ve hemen o bölge kazıldığında yerden adeta fışkırırcasına su çıkar. O günden sonra Mükerremeddin Hazretlerine Emir Sultan denilmeye başlanmıştır. Ve o bölge de Kaz Ya Emir hitabına binaen bugünkü Gazi Emir ismine dönüşerek böyle anılagelmiştir. Oradan çıkan su halen bütün coşkunluğuyla akmaktadır.
            EMİR SULTAN İÇİN KURULAN TEKKE
Gazi Umur Bey Emir Sultan hazretleri hayatta iken kendilerine bir zaviye kurmuştur. Burası hem bir irşad merkezi hem de alperenlerin, dervişlerin buluşma mekanı olmuştur. Asırlarca yanacak olan kandilin fitili böylece ateşlenmiştir.
Emir Sultan’ın türbesinin tarihi ile ilgili en eski belge ise 1333 yılında Tunuslu Müslüman seyyah İbn Batuta tarafından Anadolu’ya yapmış olduğu seyahatinin ardından ‘İzmir Şehri Gazi Umur Bey ve Manisa’ya yöneliş’ başlığı altında seyahatnamesinde aktardıklarıdır. Şöyledir ki:
“Deniz kenarında kurulmuş İzmir şehrinin büyük bir kısmı haraptır Kalesi üst tarafta bir tepededir. İzmir de Ahmediyye (Rufai) tarikatı şeylerinden dindar ve kamil bir insan olan Şeyh Yakup efendinin zaviyesinde konakladık. Tekke dışında ise gezgin dervişlerden yüz kadarı ile beraber dolaşan meşhur Ahlatlızade ve Şeyh İzzettin-i Rufai konaklamışlardı şehrin valisi onlar için çadırlar kurdurdu. Emir Sultan Dergahı’nın Şeyhi Yakup Efendi de onlar için bir ziyafet tertip etti Ben de bu ziyafet şölenin de hazır bulundum beraber yedim.   (İbn Batuta Seyahatnamesi cild.1 sayfa,425)”
Emir Sultan Dergah’ı ile ilgili bir diğer kayıt ise meşhur seyyahımız Evliya Çelebi tarafından 1671’de İzmir’e yaptığı gezi sonrası yazdıklarıdır:
“Evvela yukarı kale altında kabr-i Hacı Yusuf Baba Ve Bayezıd Baba ve Cüneyt Bey Seyyid Mükerremeddin Sultan ve nice zaviyeler var amma ziyaret ettiğimiz bunlardır”…
Burada bahsi geçen Yusuf Baba ise Kadife kale itfaiye kulesinin yanında bulunan ama ortadan kaldırılmış olan tekke ve türbede medfun idi. Bir rivayete göre de Seyyid Mükerremeddin Efendi’nin oğludur.
..
Ecdadımızdan kalan bu topraklarda ki tapu senedlerimizden biri olan mezarlıklarımıza iyi bakıp muhafaza edebilmiş olan bir şehrimiz yoktur. Üzülerek söylemek istiyorum ki bu tarih tahribatının belki de en büyüklerinden biri İzmir’de yaşanmış birçok mezarlık yok edilmiştir.  Bu mezarlıklardan biriside 600 yıl boyunca tekke vazifesi görmüş olan Emir Sultan Tekkesi mezarlığıdır. Bahçede bulunan mezar taşlarının kimi yerlerde duruyor kimisi üst üste yığma edilmiş. Buradaki mezar taşları birer sanat harikası…  Birçok farklı tarikattan şeyh efendilerin mezar taşları burada mevcuttur. Ve adeta seyyidler mezarlığıdır burası…
 Külliyenin asıl yapısında, tek bir bahçede Şeyh Camii, semahane, misafirhane aşhane, türbe, mezarlık, hamam vardır. Fakat tüm bu külliyenin ayrılmaz parçalarına rağmen görmezden gelinerek camii, tekke ve türbeden ayrılarak ortalarında ki mezarların üzerinden yol geçirilmiştir. ‘Tekke’nin kuzeydoğusunda yer alan Yıldırım Kemal İlköğretim Okulu da bu tekkenin mezarlığının parsellerinden birinin üzerine yapılmıştır. Yapım tarihine baktığımızda 1927 tarihini görmekteyiz.’ Yani cumhuriyetin yıkıcılığının had safhalarda olduğu yıllar… (Naci Gündem, Günler Boyunca Hatıralar, s.113) Halbuki buraya gelirken göreceğiniz Agora antik kenti çok güzel muhafaza ediliyor. Ve oradaki tek taşı çıkartmak, sergileyebilmek için ne kadar zahmet gösteriliyor… Çok değil Roma kalıntısı ile İzmir’in Fatihinin türbesi, tekkesi ve orada bulunan hazire arasında sadece on dakika yürüme mesafesi var.
Tekkenin camii vazifesini gören Şeyh Camii haziresinde Aziz Mahmud Efendi hazretlerinin İzmir’e gönderdiği halifesi Mustafa Efendi’nin mezarı vardır. (İzmir Yazıları, Münir Aktepe, sayfa,93, İzmir büyükşehir belediyesi kültür yayınları,2003)  Bazı rivayetlere göre Mustafa Efendi Hüdai hazretlerinin damadıdır. Ek bir bilgi vermek gerekirse, Üsküdar’da da Hüdai hazretlerinin halifesi olan Mustafa Devati Efendi’nin camii vardır. Ve tevafuka bakın ki onun da ismi kayıtlarda Şeyh Camii diye geçmektedir.
Bu dergah çeşitli dönemlerde Rufai, Nakşibendi, Celveti ve Sadi tarikatları tarafından kullanılmıştır. Türbenin ismi 1921 de yayınlanan Sada yı Hak gazatesinin (26 Mayıs 1337/1921) haberinde Emir Sultan Rufai Dergahı olarak geçmesi de buranın son dönem de Rufai dergahı olması konusunda belge konumundadır.
İbn Batuta’nın seyahatnamesine göre burası Anadolu’daki ilk Rufai dergahlarından birisidir. Son postnişini ise Rufai tarikatının Maarufi kolu şeyhi Seyyid Hüseyin Cemal Efendidir. Tekkenin haziresinde medfundur.
Emir Sultan hazretlerinin türbesi ve burada bulunan yapılar İzmir’de ki en eski Türk İslam yapısıdır.
Mezar taşlarının çoğu kaybolan hazirenin şeyhlerden başka mühim misafirleri de var. Atatürk’ün eşi Latife Hanım’ın dedesi Uşşakizade Sadık Bey ve eşi Makbule Hanım ile eski Aydın Valisi Ahmet Esat Paşa, Kestanepazarı Camii kurucusu Mısırlı Hüseyin Nuri Efendi, İzmir Kadısı Şükrüzade Abdülkadir Paşa gibi devrinin önde gelen isimlerinin mezarları yer almaktadır.
Hakkında fazla bir malumat bulunmayan İzmir’in fatihi alperen Seyyid Mükerremeddin Emir Sultan’ın 1340-1350 tarihleri arasında vefat etmiş olduğu tahmin edilmektedir.

 (Emir Sultan’ın hayatını, külliyesini, oradaki mezar taşlarını inceleyen hazırlanmış tek bir eser vardır: Şenocak Yayınları / İzmir'de Türk Mührü / Vehbi Günay, Necmi Ülker, 2008 )


Haziredeki şaheser mezar taşlarından Hatice Hanım’ın mezar taşında yazanlar…
…Bu cihan fani cihandır sanki bir zıll-ı hayal
Görmedim hiç alem içre bulmaya kimse zeval
Genç yaşımda nûş edüb câm-ı ecel şerbeti
İrci’i emr-i şerifin etdim ol dem imtisal
Âh nideyim külli şeyin Halik dedi Hüda
Böyledir el-hükmü lillah el-kebirü’l müteal…

                                                                                                                             Ömer Faruk Deliktaş

MİMAR NECİP BEY İLE SOHBET

“Külliye Sohbetleri” başlığıyla Kültürlerarası İletişim Merkezi Vakfı’nın düzenlediği sohbetlerin ilki 21 Haziran cumartesi günü Sultanahmed Camii konferans salonunda gerçekleştirildi. İlk misafiri ise Çağımızın Mimar Sinan’ı diye sıfatlandırılan Mimar Necip Dinç oldu. Sohbetin başlığı  Mimari Mirasımız ve İstanbul.  Bu programın organizatörü Fatih Özkan bey güzel bir sunum ile sohbetler silsilesini başlattı.
Necip hoca ilk olarak cumhuriyetin 8. milli eğitim bakanı olan Mustafa Necati Uğural’ın bir icraatından bahsediyor. Peki bu bakan kimdir bizde burada biraz ondan bahsedelim. Harf inkılabı onun fikri ve çalışmasıyla gerçekleştirilmiştir. Adliye vekilliği döneminde tevhid-i tedrisat kanunun hazırlamış, şer’i mahkemeleri kapatmıştır. Mustafa Necati’nin söylediği son söz şu olmuştur. 'Onların Kur'anlarını minarelerine kapatıp üstüne kilit vuracağım.' Ve bu sözden sonra kriz geçirip o günün gecesinde de ölmüştür. İşte bu milli eğitim bakanının zamanında yaşanılan çok vahim bir hadiseyi bizimle paylaşıyor Necip Dinç:
“Sene 1928. Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati’ye ressamlar grubundan bir heyet geliyor. İbrahim Çallı, Namık İsmail,(meşhur hattat İsmail Zühti Efendi’nin torunudur.)  Avrupa da birçok resim galerileri var ve resimlerini orada sergiliyorlar, fakat bizim böyle bir yerimiz yok diyerek söze başlıyor. Mustafa Necati ise istediğiniz binayı seçin ve hemen tahsis edelim diyor. Seçtikleri bina Sultanahmed Camii oluyor. Neredeyse oradaki heyetin tamamı olur kararını verecekken ressam heyeti bir şart koşuyor; kubbesinden büyük bir daire şeklinde pencere açmamız lazım ki yukarıdan gelen ışıkla resimlerimiz güzel gözüksün. Tam oy çokluğu ile kabul edilecekken Mimar Kemaleddin Bey de o heyetin içinde imiş ve dayanamayıp ayağını yere vurarak fırlıyor. Beyler! Dünyada bizi tanıtan bu eseri tahrip etmeye hangi cüretle teklif getirirsiniz! Diyor ve herkes geri adım atıyor. Allah rahmet etsin belki onun mükafaatı olarak kabri şuan Bayezıd Camii haziresinde. Sultan Veli Bayezıd’ın türbesinin yanında, Reisü’l Kurra Abdurrahman Gürses ile kabir komşusudur.”
Evet, koskoca Sultanahmed Camii, nü resimlerin sergi alanı olmak için kapatılacak üstelik bir de kubbesi delinecekti. Ya Mimar Kemaleddin Bey olmasa idi…
Sultanahmed Camii birçok hadiseye tanıklık etmiştir. Şahit olduğu elim hadiselerin birçoğuna ise bahçesindeki bir çınar ağacı sebep olmuştur. İşte bu çınar ağacının hikayesi nedir ve nerededir, Necip Hoca’dan dinliyoruz:
Sultanahmed Camii bahçesinde kıblenin sol tarafındaki bahçede ortası delinmiş büyük bir çınar ağacı vardır. Bu ağaca Şecere-i Vakvak denir. Vaka-i Hayriye’de yeniçerilerin kaldırılma hadisesinden evvel Yeniçeriler sık sık isyan edip kazan kaldırıyorlar devlet adamlarının başlarını kesip bu ağaca asıyorlardı. 1826’da 2. Mahmud yeniçerilerden bu işleri yapanların elebaşlarını yakalayıp bir kısmının kesik başlarını bu ağaçta teşhir etmiştir. Kader-i ilahi…
Mimari üslupların anlaşılır açıklamalarını yapması ve bu üsluplara İstanbul’dan örnekler vermesi zihnimizdeki mimari terimlerin pusunu siliyor:
Osmanlı’nın ilk mimari devrini Bursa ve İznik diye ikiye ayırabiliriz. Bu çağın mimarilerine örnek olarak da Çemberlitaş’taki Atik Ali Paşa Camii ile Bayezıd Camii’ni verebiliriz. Sonrasında gelen Klasik devre örnek olarak da Süleymaniye, Sultanahmed ve Yeni Camii sayabiliriz. Daha sonra lale devriyle Barok Çağı başlıyor hatlar yumuşuyor, baroğa en güzel örnek Nuru Osmaniye’dir. Nuru Osmaniye plan olarak Osmanlıdır. Edirnekapı Mihrimah Camii’n plan şemasının aynısıdır fakat detaylar baroktur, elbisesi değişmiştir.  Sonra Ampir devri; en güzel örnek Nusretiye Camii.  Ampir üslubu deyince taşkınlıklar, eğrisel şekiller alıyor. Sonra rokoko başlıyor. Rokoko da cephede bezemeler ve kabartmalar gibi süslerden oluşuyor. Daha sonra neoklasik devri başlıyor bunun öncüleri ise Mimar Vedat Tek ve Mimar Kemaleddin’dir. Mimar Kemaleddin Bey’in en güzel eseri büyük postahanedir. Yapıldığı devirde Avrupa’da birincilik almıştır.
Osmanlıdaki esas resmi yol divan yoludur. At meydanıyla başlar, Bayezıd’da ikiye ayrılır. Fevzi paşa caddesi ile devam eder ve Edirne kapı’dan çıkar. Bu Osmanlı’nın resmi yoludur.
Bizanslıların resmi yolu ise farklıydı. Millet caddesinden ayrılır ve Altın kapıdan çıkarlardı.
Osmanlı İstanbul’a Topkapı’dan girmiştir. Benim girdiğim yerden kimse giremez düsturu ile de yabancı sefirleri hiçbir zaman Topkapı’dan kabul etmemiş. Edirnekapı’dan kabul etmiş, Topkapı’dan da def eder gibi uğurlamış. Kendisi ne yapmış? Her sefer dönüşünde Topkapı’dan girmiş Edirnekapı’dan çıkmış
Osmanlıdaki şehircilik anlayışı bir taşın suya bırakılmış hali gibidir. Taşı suya bıraktığımızda etrafında halkalar oluşur. Buradaki taş nedir cami ve külliye. Etrafındaki yerleşim daha sonra oluşuyor.
Yavuz Sultan Selim’in şeyhülislamı Zenbilli Ali Cemali Efendi’nin Birlik Vakfı’nın bulunduğu medresede okuduğunu öğrenince şaşırıyoruz. Keşke  Birlik Vakfı bir tabela ile bunu belirtse ve odalardan birine Zenbilli Ali Efendi ismini verse…
Sohbetin her yerine sirayet eden Mimar Sinan ismi kendisine ayrı bir pencere açılarak devam ediyor:
Mimar Sinan devşirmedir. Türk mü değil mi tartışmaları devam ederken son olarak şu kanaat yaygınlık kazanmıştır. Selçuklulardan önce Anadolu’ya gelen Hristiyanlaşmış Türk boyları var. Mimar Sinan da bu kavim ile geldiği söyleniyor.  Yavuz Selim zamanında devşiriliyor.  Avrupa’ya gidiyor, Boğdan seferinde Prut nehrini geçmek icab ediyor. O koca nehrin üzerine 13-14 günde ahşap bir köprü kuruyor ve o köprünün üzerinden toplar, hayvanlar, teçhizatlar ve koca ordu geçiyor bu sebeble göz önüne çıkmıştır. İran seferine katılıyor seferde Van Gölü’nü geçmek gerekiyor. 3 ayın içerisinde 3 tane küçük keşif gemisi yapmış.
Mimarlar kimin adına bir eser yapıyorsa o kişinin zevk-i selimini esere yansıtmaya çalışıyor. İki türlü benzetme oluyor ya dış mimarisiyle ya da iç ahengi ile bunu yapıyor.  İç analojik çalışma; mimar kimin adına eser yapıyorsa o kişinin halet-i ruhiyesini eserde hissettiriyor. Bunlardan birisi Richard Neutra’dır.  Amerikalı meşhur villa mimarıdır. Mesela biri villa siparişi verdinde 6 ay, 1 yıl beraber kalıyor onun ruhiyatını çözümlüyor onun gözüyle hissiyatıyla eserini yapıyor. Mimar Sinan’ımızda iki özellikte var. Mesela Süleymaniye Camiini tenkid eden münekkidler diyor ki Sinan’ın yaşadığı Ağırnas köyünden Erciyes’e bakıldığında etekleri ve Ali Dağ’ında Süleymaniye’nin silüetini yakalayabilirsiniz sonucuna varmışlardır. Şehzade Camiine girin, ışık nisbetiyle mimari mekanla insanda bir hüzün hakim olur, sanki o talihsiz şehzadenin hüznünü içerisine sindirmiş gibi. Ama Süleymaniye Osmanlı’nın ihtişamını gösteriyor.
 İstanbul’un iç surlarının bitimine yakın Kara Ahmed Paşa Camii’ni yapıyor. Tavsiye ederim müezzin mahfilinin altındaki ahşap işlerini bir görün. Altın varaklar gerçekten harika.
Çinide en güzel kırmızı renk mercan kırmızısıdır. Mercan kırmızısının da en doruk mertebesini Selimiye’nin sanatkarı kullanmış ancak bu sırrın terkibini kendisiyle beraber götürmüş. Ama seneler sonra Topkapı’da çalışan Faik Kırımlı diye bir zat senelerce aradı aradı ve o kırmızıyı yeniden buldu icat etti. Kitabıda çıkmıştır ‘Kırmızıyı Arayan Adam’ diye.
Koca Sinan hayatının son zamanlarında en küçük külliyesini Üsküdar’da, Şemsi Paşa’ya yapmıştır. Sonrasında 3. Murad’ın annesine Nurbanu Sultan’a Valide Atik Camiini yapıyor. Sultan 3. Murad’a o günkü şeyhülislam, selatin camii yapma yetkisi vermemiş. Çünkü hiçbir sefere çıkmamış ganimet parası yok. Sadece Manisa Şehazadelikte yaptığı camii yenilemiş bir de annesinin yaptırdığı camie yardım etmiş. 3. Murad’ın camii yoktur. 2. Selim de Selimiye Camii’ni Kıbrıs Seferinden yaptırmıştır.
Daha sonrasında Sokollu’nun kardeşi olan Sinan Paşa’ya Beşiktaş sahilde bir cami yapmıştır. Sinan hep yenilik aramış. Kendisini bile taklid etmemiştir. Sadece çok sevdiği için iki camii İstanbul’a taşımıştır. Bunlardan biri Sinan Paşa Camii, Edirne’deki Üç Şerefeli Camiin bir kopyasıdır, ondan çok istifade etmiştir. Ve Sinan Bursa’ya camii yapmamıştır fakat çok sevdiği Ulu Camiin bir benzerini Piyale Paşa Camii ile İstanbul’a taşımıştır.
Canlıların nasıl anatomisi varsa mimarinin de vardır. Asıl anatomi 5T formülü ile kurulur. Terkip, tasnif, tanzim, tenasüp, tenazur.

Mukarnas çizimlerini yapabilecek iki kişi kaldı maalesef.. birisi bu fakir birisi de 95 yaşında Göztepe Huzurevi’nde Fatin Uluengin Bey… Bu yazıyı okuduktan sonra eminim ki birileri huzurevinde ki bu kıymetli mimarın izini sürüp kendisiyle röportaj yapacaktır…

Muhammed Esed Kitap Tahlili

YOLLARIN AYRILIŞ NOKTASINDA İSLAM

YOLLARIN AYRILIŞ NOKTASINDA İSLAM
Kitabın müellifi Muhammed Esed bir mühtedi olması hasebiyle batıdan yansıyan İslam’ı, İslam’ın batıdan görünen cihetlerini güzel bir şekilde tevil etmiş.Yabancı kültürlerin medeniyetlerin ne ölçüde bünyemize uyabileceğini bunu Müslüman bünyeye sığdırmaya çalışmanın insanı zehirleyeceğini açık bir şekilde izah etmiş.  İslam’ın yolu isimli bölümde eski dini olan Hristiyanlık ile ilk ve yeni dini olan İslam’ın karşılaştırmasını hem dünya hayatı hem de ahiret hayatı üzerinden çeşitli misallerle anlatması bunun içinden büyüyüp gelen bir müelliften duymak bendeki tesirini daha da artırdı.
                Garbın içyüzü isimli bölüm İslam tarihinden sahifelere yer verilerek bunların tarihte Batı ve İslam şeklinde kıyaslamalarını çekişmelerini ifade etmiş. Medeniyet üzerinden Çin ve Roma medeniyetlerini de baz alarak İslam üzerinden anlatması ve Garb’ın iç alemini o şekilde tanıtmış olması kitapta önemsediğim hususlardandı.
                Haçlı seferlerinin gölgesinde isimli bölümde dikkatimi celbeden misal şöyle idi. Kitabın 50. Sayfasında Avrupalı müsteşrikler tarafından İslam’ın nasıl incelendiği ve yazıldığını şöyle örneklendirmiş: “İslam daima hakimlerin önünde duran bir sanıktır. Bu muhakemede Batılı müsteşrikler suçu isbat için uğraşan savcı rolü oynamakta, bazıları da müdafaa halinde avukat vazifesi görmektedir. Avukat rolünü oynayan da müvekkilinin suçlu olduğuna bizzat kanidir ve bu yüzden ancak ve biraz çekinerek hafifletici sebeplerin göz önüne alınmasını isteyebilmektedir.”
                “Avrupa Haçlı savaşlarının ruhundan doğmuştur.” Muhammed Esed’in kurduğu bu cümle bana pek çok şey hatırlatıp zihnime pek çok tevil hücumunu sağladı. Avrupalılar yaptıkları barbarca seferlerde Doğu dünyasından çok şey çaldılar götürdüler. Kitaplar bitkiler zamane teknoloji aletleri vs vs.. bunları sıralamaya sayfalar yetmez. Ve şimdi gurur duydukları “öncü” Avrupa medeniyeti bu sayede gelişti İslam medeniyetine yetişti.
                Müslüman çocuklarının Batı terbiyesi ile eğitimlerinin terbiyelerinin mümkün olmadığı hususu da gerekçeleri kısa da olsa anlatılmış ve temas edilmiş hususlardandı.

                Ve altını çizdiğim yerlerden biride şöyle idi: “ eğer biz devamlı bir şekilde İslam’ın ilim elde etmeyi erke kadın bütün Müslümanlara farz kılan prensibine uysaydık , çölde susuz kalan insanın ufukta parlayan seraba göz diktiği gibi, ilim yolunda Avrupa’ya göz dikmezdik.
                Tarih yazımında Avrupa’nın kendini ne denli ön plana çıkartmış olduğu ve diğer medeniyetlerin tarihlerine küçümseyici ve kuşbakışı bir şekilde bakılıyor ve kitaplara öyle yazılıyor olduğunu izah etmiş.
                “Yabancı medeniyeti taklid meyli aşağılı duygusunun neticesidir.”
Hadis ve sünnete dair de güzel cümleler ifadeler kurulmuş olduğunu görüyoruz bu eserde.