İSMEK “Geleneksel Sanatlarımızın Bugünü ve Yarını”
başlıklı açık oturumu 4 Haziran’da Üsküdar Bağlarbaşı Kültür Merkezi’nde
düzenledi. Alanlarında kendilerini ispatlamış usta isimler geleneksel
sanatların kısaca geçmişini, bugününü ve geleceğini değerlendirdiler.
Hattat
ve İSMEK Hüsn-i Hat Zümre Başkanı Savaş Çevik’in moderatörlüğünde yapılan açık
oturumda: Hattat Fatih Sultan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı
Prof. Dr. Hüsrev Subaşı, Tezhip Sanatçısı Mamure Öz, Kalemişi Sanatçısı Semih
İrteş, Minyatür Sanatçısı ve İSMEK Minyatür Zümre Başkanı Taner Alakuş,
Minyatür Sanatçısı Günseli Kato, Ebru Sanatçısı Ayla Makas, Ebru Sanatçısı
Tevfik Alparslan Babaoğlu, Tezhip Sanatçısı Mustafa Çelebi konuşmacı olarak yer
aldı.
Hüsrev Subaşı, hoca güzel
bir mukaddime ile oturumu açtı. Geleneksel sanatlarımızın ülkemizin batı
tercihiyle giderek erimeye başlamasını, sonrasında da bu sanatların bugünlere
sağlıklı bir şekilde erişebilmesindeki en büyük paya sahip kişileri sıraladı:
Geleneksel sanatlar adı altında neleri zikredeceğiz o bile
netleşmiş değil. O kadar çok sorunlar var ki. Çünkü ötelenmiş, uzun zaman
kıymet atfedilmemiş bir alandan bahsediyoruz. Kenarlarda kalmış olan sanat
dünyası ayağa kaldırılıyor. Bu öyle kolay bir şey değil. Üç yüz yılda, beş yüz
yılda en rafine noktasını yakalamış sanatların, bir an Türkiye’nin batı
tercihine kurban gitmesi, ‘her ne ki eskidir kötüdür, her ne ki yenidir mutlaka
iyidir’ ezberine feda edilmesi, büyük bir çöküş olmuştur. Hamid Bey, Süheyl
Bey, Rikkat Hanım, Necmeddin Okyay olmasaydı, Uğur Derman olmasaydı biz ne
yapacaktık… Bugün bunları dahi tartışamazdık. Son on, on beş yılda öyle
gelişmeler oldu ki artık sergilere bile yetişemiyoruz.
Alparslan Babaoğlu,
yaşadığı bir hadiseyi anlatarak sanatçının aslında ne kadar kendi kabuğuna
itilmiş uzaklaştırılmış olduğunu günümüzde bu durumun iyileşme sürecinde önemli
merhaleler katettiğini anlattı:
Bundan 12-13 sene kadar önce ABD İstanbul başkonsolosu ve eşi
bir tanıdık vasıtasıyla, benim evime ebru seyretmeye geldiler. Ebru sanatı çok
hoşlarına gitti. Konsolos dedi ki kültür
bakanı seni tanıyor mu? Hayır dedim. Fikri Sağlar benim çok yakın arkadaşım
istersen ben ona söyleyim de kültür bakanı ile tanıştırayım seni dedi. O zaman
da kültür bakanı İstemihan Talay. Benim memleketimde bir Amerikalının, benim
kültür bakanımla beni tanıştırmak için ki için tavassut teklif etmesi o kadar
zoruma gitti ki. Bende; “yok Fikri benim çok yakın arkadaşım gerekirse ben söylerim”
dedim. Halbuki tanımam Fikri Sağlar’ı.
Geçen sene Kültür Bakanlığı geleneksel sanat dallarına ödül verdi. Yani o
zamanlar kültür bakanının bizlerden haberi yokken oralardan buralara geldik bu
sevindirici bir gelişme.
Semih İrteş,
Süheyl Ünver’in 1939’da Topkapı Sarayı’nda süsleme sanatlarıyla alakalı
eğitimler verdiğini ve kendisinin de burada yetiştiğini söyledi.
Savaş Çevik, ise
şimdi sanat dallarında usta olan kişilerin, akademik olarak kendi
zamanlarında o bölümler olmadığı için
oralardan mezun olamadıklarını ve şuanda ki yasa ile de bu sebepten
üniversitelere hoca olarak alınmalarının önünde engeller bulunduğunu anlatarak
şöyle söyledi:
“Bir Semih İrteş hocamızı düşünelim kendisi mimarlık
bölümünden mezun olmuş. Üniversitede öyle bir bölüm açıp diyorsunuz ki kalem
işi bölümüne hoca tayin edeceğiz fakat üniversitede bu bölümden mezun olma
şartı vardır. Ve bu ustalar otomatikman devre dışı kalıyor. Bu kadar absürd bir
durumdayız. Belki bundan elli yıl sonra altmış yıl sonra böyle bir kural geçerli
olabilir. Fakat şuan, bu değerli hocalarımızdan yararlanmamız gerekiyor.
İlgililerden bu değişikliğin yapılmasını talep ediyoruz.”
Günseli Kato,
güzel sanatlar fakültelerinin her üniversiteye açılmasının yanlış olduğunu, buralara
kaliteli eğitimciler getirilemediğini ve eğitimcisi olmayan şeyin arabeskleşip
yozlaşacağını söyledi.
Taner Alakuş,
Her insanın güzel sanatları kazanma şansı olmuyor. Sanat
asla tabu olmamalı. Her şeyi oturup tartışmalıyız. Herkesin sanatçı olmak gibi
bir lüksü olmayabilir, ama sanattan anlama lüksü vardır. İsmek bunu sağlıyor.
Bize hocamızın verdiği eğitim şekli, benim verdiğim eğitim
doğru diğerlerine sakın gitme. Benim eğitim şeklim ise her sergiyi, her hocayı,
her öğrenciyi, takip et. Hata arama, tasarımda ben neler yakalayabilirimi
kendine destur edin. Her insan uçamaz, uçamazsa koşsun, koşamazsa yürüsün,
yürüyemezse sürünsün ama ilerlesin. Zamanında bunlar bir saray sanatıydı.
Günümüzde bu böyle değil. İsmek’te eğitim alan her anne mükemmeli yapmak
zorunda değil. Ama çocuğu bir şekilde bilinçleniyor. Belki bu çocuklar ileride
bizim diktiğimiz ağaçların gölgesinde oturacak çocuklar.
Mustafa Çelebi,
modern ve klasik kavramlarının tahlilinden sonra şöyle söyledi:
Klasiği modernle izah etmek, batıya mahsus bir kavramı, bize
mahsus bir faaliyet için kullanarak çıkmaza sokmaktır. Klasik sanat deyince
aklımıza gelen tezhip, hat, minyatür peki modern deyince? Modern kavramı
batıdan çıkan bir kavram. Zeytinyağı ile suyu nasıl karıştırıp çözelteceğiz?
Alparslan Babaoğlu,
sanatçı olabilmek için mutlaka bir ustanın rahle-i tedrisinden geçmenin şart
olduğunu ve her isteyenin sanat atölyesi açmaması gerektiğinin ikazını yaparak,
atölyelerin de ‘korsan’ının bulunduğunu ima etti.
Ayla Makas, ebru
sanatında yeni ve yenilik kavramlarını şöyle ele aldı: Yenilik çok büyük bir
devrim. Farklı bir çiçek yapan, ben devrim yaptım diye ortaya çıkması kendini
bilmemektir. Ebru sanatında, ben farklı bir şey yapıyorum yeni bir şey
yapıyorum ama yenilik yapmıyorum bunu iyi ayırmak lazım.
Hüsrev Subaşı,
ecdadımızın oluşturduğu temelden habersiz olduğumuzu, ustalıkla yapılmış o
kadar büyük bir mirasımızın olduğunu onları bir bilsek hayranlıktan belki yeni
şeyler yapmamıza bile gerek kalmayacağını heyecanla söyleyerek konuşmasına
şöyle devam etti:
Topkapı Sarayı’nda neler var. Minyatür, tezhip, hat… Karahisari’nin
yazdığı Kuran’ı görseniz, ben bu mesleği bırakıyorum dersiniz. Bir satır
muhakkak, bir satır reyhani, bir satır sülüs, bir satır reyhani çeviriyorsunuz
sayfayı, reyhani muhakkak mantığı, sülüs haliyle devam ediyor. Karahisari o
harflerde ne numaralar, ne yeni çizgiler yapmış aklınız şaşar.
Bizim durumumuz şimdi ölmüş bir hastayı iyi niyetle
bismillah dediniz Ya Allah dediniz dokundunuz ve adam oynamaya başladı. Ölmemiş
dediniz ve hemen birşeyler yapmaya başladınız. O dokununlar Necmeddin Okyay,
Hamid Aytaç, Süheyl Ünver… İsmek’in yaptığı da serum takmak olmuştur. Ama o
serumdan bazen ne gittiği belli olmuyor…
-Hüseyin hoca, sanatı şu cümlesi ile hafızalarımıza
nakşetti: “Sanat bizim medeniyetimizin mütercimidir.”
Arapça, Farsça, Osmanlıca bilmeden hattatlık olmayacağını ve
ayrıca her üniversitede geleneksel sanatlar bölümünün açılmaması gerektiğinin
ikazını yaparak sözlerini şöyle sürdürdü: Yarım hoca dinden, yarım doktor
candan eder. Gelsin Çapa’da, Cerrahpaşa’da okusun. Tıp çok mühimdir. insanın
hayatı ellerinin altında. Sanatta böyledir. Sen sanatla, o insanın ruhani
hayatını inşa edersin.
Subaşı hoca, Ebru sanatını kimsenin tanımadığı son 30 yılda
Hikmet Barutçugil’in Ebru sanatını o ülke senin bu ülke benim diye dolaşarak,
Türk Ebrusunu dünyaya tanıtması takdire şayan bir şey olduğunu söyledi.
GELENEKSEL SANAT VE ESERLERİN
RESTORASYONU
Türkiye’de öteden beri restorasyon meselesi hep
sıkıntılıdır. İmparatorluğun son yıllarına doğru da bu mühim meselede birçok
sıkıntı çekmiş ve sayısız geri dönüşü olmayan kayıplar vermişizdir. Panelin
ikinci mevzuu olan restorasyon bahsine geçildiğinde hocalarımızın hepsi de
içlerinde ne kadar derin yaralar olduğunu sözleriyle aşikar ettiler…
Savaş Çevik, restorasyon
işlerinin ehil olanlara verilmediği için rezalet tablolarla karşılaşıldığını
söyleyerek bir misalle sözlerine devam etti: Aydın’da18 yy yapımı Cihanoğlu
Camii vardır. Bu camiin içerisinde nefis bir işleme vardı. Ben 1968-70’ler
arasında o camiin vakıflar yurdunda okudum. Özellikle Hollanda ve İsveç’ten
restorasyon ekipleri geldi. İskeleler
kuruldu. Aylarca camii ibadete açılmadı. Dolayısıyla neticede şu karara
varmışlar. Bu eserin restoresi mümkün değil o yüzden bunu olduğu gibi korumak durumundayız.
Camiin kubbesine, özel yapıştırıcılar eklenerek o kubbeyi tutturdular. Üç yıl
önce filan o camie gidince ağladım. Çünkü o eser, vakıflar tarafından hangi
boyacı ustaya yaptırıldı ise kubbedeki o işlemeler süsler garip renklerle sıva
yapılarak kapatılmıştı. Bu rezilliği ifade edecek kelime bulamıyorum. Bu camii
Türkiye’de malakari usulü ile yapılan birkaç eserden bir tanesidir. Fakat kimi
kime şikayet edeceksiniz…
Hüsrev Subaşı, içindeki
derin acı olan restorasyon konusunu İTÜ’de bir profesörün şöyle bir sözü var
diyerek açıyor: “Türkiye’de artık bu
kelimeyi duymak istemiyorum çünkü sağlığımı korumam lazım.”
Eski camii dünyada hat sanatının Ulu Cami’den sonra ikinci
müzesidir. Üçüncüsü yok. Ulu camii bir tane. İçeri girdiğiniz zaman, o havayı
dünyanın hiçbir yerinde bulamazsınız. Edirne’de Eski Camiinin içine bir sene
evvel girdiğim zaman sol tarafta besmelenin, mim’lerini ra’larını cetvelle
kılıç ucu gibi bitirerek restore eden anlayışı gördüğüm zaman asabım bozuldu.
Oranın restoresi ile alakalı bir muhatap buldum hemen sordum. Siz bu yazıları
nasıl yapıyorsunuz böyle? Duvarda sıva problemleri, zemin problemleri varsa,
arkadaşımız kalıbı alıyor. Kim alıyor dedim? Bizim sıvacı alıyor cevabını
verdi. Güzel! Bu cevaba ne denir ki! Başka sorum yok! E peki sonra? Zemini hazırlıyoruz,
tekrar o kalıp geliyor. O kalıbı tekrar kim silkeliyor oraya? ‘sıvacı usta aynı
adam’. Etti 2. Bir ümit dedim ki acaba eski fotoğrafları var mı bu yazıların? Bir
ihtimal ileride düzeltme imkanımız olabilir mi diye düşünerek fotoğraflarını
aldınız mı buranın dedim. Tabi tabi aldık dedi. Görmek istedim. Fotoğraflar
geldi şok oldum. Benim çocuklarım bundan daha kaliteli fotoğraf çekerler!
Edirne Ulu Camii’nin sol tarafındaki bütün yazılar maalesef gitmiştir…
Bu yıllar öncesinin meselesi. Gazete ilanlarıyla hanlar,
medreseler, camiler sattık. Süleymaniye Camii’nin altındaki dükkanları sattık.
Ve Müslüman, vakıf maldır toplu iğnesi gelse helak oluruz diye almadı, gitti
başkaları aldı.
Semih irteş, hocada
bu konuda çok dertli olan isimlerin belki başında geliyor. İstanbul’da 16.
yy’dan kalan birçok camii olduğu halde özgün kalem işi ancak bir iki yerde
gösterilebilir dedi.
16. yy’dan kalma çok eserimiz vardır. Süleymaniye Camii
bunun başında gelir. Süleymaniye’de yeni yapılan onarımlarda, müselleslerde ve
kasnakta orijinal kalemler bulundu. Onun haricinde kubbede 19. yy’da bir
İtalyan mimarın yaptırmış olduğu bir rokoko kalem işi vardı. 1958 senesinde
yapılan onarımda bir dilimini bırakmışlardı. Bu sefer tamamı yeniden yapılma. Süleymaniye
de yapılan tezyinatlarda rokoko yapıldı ve camiin atmosferi, derinliği bozuldu.
Peki Mimar Sinan bunu bilmiyor muydu?
Bütün eserlerimizde masraf defterleri vardır. Yani
kalemcisinden nakkaşı ne kadar sürede ne kadar iş yaptılar ve kaça mâl oldu
hepsi yazar. Süleymaniye defterlerinde kubbe kalemişi hakkında da bilgi var. 15 tane nakkaşın 16-17 günde bunu
tamamladığı yazılıdır. Süleymaniye restorasyonunda da bütün restorasyonlardaki
ilim heyetlerinde de bir tane nakkaş yoktur. Herşeye karar veren bir sanat
tarihçisi vardır. Ve bu tamamen yanlış…
Hüsrev Subaşı: tarihten bugüne ilginç
bir keşif…
Ben Süleymaniye ilim heyetinde değildim. Sadece son altı ay
davet ettiler. Çok şükür tepeden aşağı kadar yazılar elimizden geçti. Bu benim
için bir şereftir. Küçük bir detaydan bahsetmek istiyorum: Osmanlı, camii
içerisine ayet mi yazılacak kubbeye ne yazılır, ne yakışır bunların hepsinin
bir felsefesini oluşturmuş. Çocukluğumuzdan beri Süleymaniye’ye girer çıkarız.
Hiç aklımıza gelmez burada bir yanlış olacağı. Padişah camii, selatin camii
deriz. İş başa düşünce metinlere daha dikkatli bakılıyor. Hani bir arabada
giderken yolcu olursanız, yollara o kadar dikkat etmezsiniz ama şoför olursanız
yolları ezberlersiniz aynı onun gibi. Sol tarafta mihraba yakın pandantifin
üzerinde ki müselleste bir ayet var: bir ayet var “bana başarıyı veren
Allah’tır.” Arka tarafa baktım orada da diyor ki “De ki Peygamber, herşeyi
yaratan Allah’tır.” Sonra durdum düşündüm. Huzura durduğumuz yerde, kıbleye en
yakın kısımda, ‘bana başarıyı veren Allah’tır’ ayeti , arka tarafta de ki
herşeyi yaratan Allah’tır ayeti. Yani içime oturmadı. Osmanlılar rastgele
yazılar yazacak değiller, bunu mutlaka düşünerek yapmalılar dedim. Yani
yakıştıramadım. Zımmen mimar demek istiyor ki ben bu camii bitirdi isem Allah
bana lütfetti. E Allah’ın yaratıcılığı arkada, kulun başarısı önde olmaz! Ama
sonra vehim yapıyorsun dedim kendi kendime… Son tamir 1950-60 arasında,
darbeden sonra yarım kalmış, tahsisat çıkmamış ve ana kubbeye çıkılamamış. Ana
kubbeye 150 yıl evvel Abdülfettah Efendi çıkmış. Bütün bunları da Abdülfettah
yazmış olmalı diye düşünüyorsunuz. Abdülfetah yanılır mı! Padişah dahi hattat. En son çare olarak eski
fotoğrafları rica ettim. 1890-1910 arası çekilmiş siyah beyaz fotoğraflar Alman
Kültür Merkezinden bir de İstanbul üniversitesinden bir mezuniyet tezinin
arkasından. Fotoğraflara bir baktım ‘evraka evraka’ diye zıplamaya başladım. Osmanlı
neyi nereye yapacağı konusunda harika bir sistem gerçekleştirmiş… İskeleye
çıktık raspaladık altından yine aynısı çıktı. Demek ki bir öncekinden daha önce
ki bir restorasyonda bu değiştirilmiş.
Semih İrteş hoca
müdahale ederek şöyle söyledi: “bu tarihlerden önceki restorasyon Fossati’ye
ait!”
Ve şimdi o yüzyıllık hata düzeltildi…
Ve Hüsrev Hoca konuşmasını hattat ve Mimar Sinan arasında
güzel bir bağlamla bitiriyor: Koca Sinan’ın imzası el-fakir sinan şeklindedir.
Hilyelere baktığınızda hattatlar çok küçük atarlar imzalarını Süleymaniye’ye
tepeden baktığınız zaman da Mimar Sinan;’ın kabri hilyenin altındaki hattat
imzası gibidir küçücüktür.