31 Aralık 2017 Pazar

ŞİŞLİ CAMİİ

ŞİŞLİ CAMİİ'NE



GİDİN

Güzel İstanbulumuzun hat müzelerinden birisi de Şişli’dedir. Dört bir yanı yollarla ve dolayısıyla trafikle çevrili olan bu mabed belki de o işler eskidendi denildiği günlerde ortaya konulan güzel işlerden biriydi. Evet Şişli Camii’nden bahsediyorum. Etrafından geçen binlerce insanın durup da bakmadığı muhteşem kitabelere, hat levhalarına sahip olan camii. 20. Yüzyılın en büyük hattatları burada eserler bırakmıştır. Kim mi bunlar? Başta Hattat Hamid Aytaç olmak üzere Halim Özyacı ve Macid Ayral’dır. Şişli Camii ikinci dünya savaşı bitiminde halkın tek bir camiisi bile olmayan Şişli semtine bir camii yapımı talep etmesi ve harekete geçmeleriyle 1945’den sonra inşaatına başlanıyor. Halkın gayretleriyle 1949 senesine gelindiğinde açılışı yapılan bu hoş mabed cumhuriyet devrinde İstanbul’da yapılan ilk büyük camii olması hasebiyle de halkın büyük coşkusuna medar oluyor. Eserin mimarı, o dönemde vakıflar baş mimarlığını da yapan Vasfi Egeli Bey’dir.
            Bu camiin yapımında Şehid Sultan Abdülaziz’in boğaza bir mühür vurmak için en özel kesme küfeki taşlarının Maslak’ta toplanıp dört minareli bir camiin yapımı için temellerinin atıldığı sırada katliyle yarım kalan inşaatın taşları kullanılmıştır. Belki de Osmanlı ruhunu hissettirmesi bundandır.
            Şişli Camii’nin caddeye açılan 3 kapısı olmakla bunların ikisi kullanılmaktadır ve her ikisinin de üstünde Hattat Hamid Aytaç’ın enfes hattı vardır. camiin bahçesine Hattat Hamid’in imzalarıyla girdikten sonra dikkatimizi su haznesi olarak kullanılan küp çekecektir. Bunda da istifli hattıyla Hamid’i görüyoruz. Ortadaki şadırvanda mimari ile gayet uyumlu. Camiin harime giren ana kapısının üstüne baktığımızda hayatımızda görüp görebileceğimiz belki en muhteşem müsenna hattı görüyoruz. Bu hattan gözlerinizi ayırmak kolay olmayacaktır. Hamid’in yeryüzünde bıraktığı en büyük mührü diyebileceğimiz bu muhteşem eser için merhum bir hatırasında şunları anlatıyor:
            “Şişli’de yapılan yeni caminin yazılarından bir bölümünü bana verdiler. Hepsini tamamladım. Ana kapısının üzerine sıra gelmişti. Oraya Sure-i Tevbe’nin on sekizinci ayetinin bir kısmını yazmak istiyordum. Müsveddeler, karalamalar yaparak günlerce uğraştım ama ayet-i kerimedeki lam-elifleri istifte yerlerine istediğim şekilde, dengeli ve ahenkli olarak bir türlü oturtamadım. Bütün arayışlarıma, denemelerime rağmen istediğim gibi olmuyor, olmuyordu. Bir seferinde de yine gün boyunca uğraştım, ama yine muvaffak olamadım. Akşamın alaca karanlığı odamı hayli loşlaştırmıştı. Masamdaki lambayı dinlendirdim. Arkama şöyle yaslanıp gözlerimi yumdum, gönül alemime daldım. Kalbimden şu tazarru ve niyazda bulunduğumu hatırlıyorum. Ya Rabbi! Ben acizim, imdadıma yetiş. Arzuma nail kıl, lütfunu ihsanını benden esirgeme Allahım…” Gözüm kapalı ya, o anda yarım durumdaki istifim gönlümde zihnimde canlandı; o sırada harfler kendi aralarında hızla yer değiştirmeye başladılar ve yeni bir istif oluşturdular. Orada lam elifler de gayet güzel şekilde, arzu ettiğim biçimde yerlerini aldılar. Tam istediğim gibi olmuştu. Son derece heyecanlandım. Unuturum, kaybolur endişesiyle gözlerimi açmadan, masamın üzerindeki kurşun kalemi alıp, hayalimdeki o istifi kağıda çiziverdim. Sonra gözümü açtım lambayı uyandırdım, baktım günlerden beri çabalayıp da istediğim ama bir türlü gerçekleştiremediğim istif şekli orada. Bu Mevlanın bir lütuf ve ihsanı idi. ona bakarak kalıbını hazırladım. Nasıl oldu bilmiyorum; şimdi onun gibi bir yazıyı yazabileceğimi zannetmiyorum.”
Camii hariminde üst mahfiller üç tarafı da çevrelemektedir. Mahfillerin göz alıcı güzellikte ki alt kısmı ise devrin Osmanlı bakiyesi kalem işi ustalarının elinden çıkmıştır. Cami iç kısmının tam ortasında yine ince işçiliği ile dikkat çeken mermer bir havuz yer almaktadır. Camide gözleriniz bir sağa bir sola bakarak güzelliği temaşa ederken aman kubbeyi unutmayın. Kubbedeki nefis hat Halim Özyazıcı’nın kaleminden çıkmadır. Minberin kapısı üzerindeki kelime-i tevhid Hattat Macid Ayral’a aittir. Mihrap üzerindeki ve müezzin mahfilindeki taşa mahkuk kitabeler de Hamid Bey’in eseridir. Hatların en nefislerine bakarken güneşin ışıklarıyla camii cıvıl cıvıl bir ahenge sürüklemesiyle gözleriniz zaten vitraylara takılacaktır. Özellikle ikinci katına çıkarak hem hatları başka açılardan hem de vitraylara daha yakından bakmanızı tavsiye ederim. Camiye manevi atmosfer katan bir diğer unsur ise Kabe’nin kapı örtüsünün bulunmasıdır. Kısacası Şişli Camii’ni ziyaret etmek için çok sebebiniz var, bir gün bu sebeblerin büyüklüğü sizi harekete geçirmeli ve hatların en nefisini, Kabe örtüsünü, bu güzel mimariyi seyr için gitmelisiniz.


                                                                                  Ömer Faruk Deliktaş

ÜSKÜDAR MİHRİMAH SULTAN CAMİİ 360 TV


ÜSKÜDAR SELİMİYE CAMİİ 360 TV


ÜSKÜDAR YENİ VALİDE CAMİİ GÜLNUŞ EMETULLAH SULTAN 360 TV


ATİK VALİDE CAMİİ 360 TV


İSFALT Hapsindeki Sebil ve Hazire


İSFALT Hapsindeki Sebil ve Hazire


Hakiki gezebilenlerin vasıflarından biri de isabetli yerlere, dikkatli nazar atmalarıdır kanaatimce. Bu nazar bir duvara dahi olsa…
Hayatım boyunca kendimce çerçevesini çizdiğim bu usül üzere gezmelerimi sürdürdüm. Ve her defasında beni heyecanlandıran şeylerle karşılaştım. En son gezilerimden birini Üsküdar’da Karacaahmed Mezarlığı’nı ikiye bölen Eyüp Sabri Aksoy Caddesi üzerinde yaptım. Eğer tarihi bölgelerde yürüyorsam gördüğüm her taş parçasına, her duvara bakmak âdetimdir. Cadde üzerinde Üsküdar istikametine doğru kaldırımda yürürken solumda kalan duvar üzerinde, ağaç arkasında bir kitabe gözüme çarptı. O heyecanla toprak yamacı tırmandım. Ve yanına vardığımda kitabede şunları okudum: “Hâcegân-ı Divan-ı Hümayundan hassa-i kudat başısı es-seyyid Hasan Efendi sene 1231"
Hâcegân-ı Divan-ı Hümayun, Sultan 2. Mahmud zamanında ihdas edilmiş olan bir memuriyettir. Yazı işlerinin başında bulunan kişiler için bu tabir kullanılmıştır.
1815 senesine tekabül eden bu tarih Seyyid Hasan Efendi’nin vefat tarihini ve dolayısıyla bu yüksek ve tellerle örülmüş duvarın arkasında bir mezarlığın olduğunu göstermektedir. Hemen yan tarafındaki zorlu yerden atlayarak petrol istasyonunun içerisine girdim. Bu duvarların ardında ne var diye yöneldiğimde ise açılımı İstanbul Asfalt Fabrikaları Sanayi ve Ticaret A.Ş olan İSFALT ile karşılaştım. Biraz daha ilerleyince görünümü türbe mimarisine benzeyen ancak eski fotoğraflarından hatırlayarak ne olduğunu çıkarttığım Hacı Hüseyin Hayri Paşa Sebili’ni gördüm.
Sebil hac yolcularına da hizmet ediyordu
Tıbbiye Caddesi Atölyeler Sokak’ta bulunan İSFALT’ın genel merkezindeki güvenlik görevlisine, içeri girip incelemede bulunabilir miyim diye sorduğumda içeri girmenin de fotoğraf çekilmesinin de yasak olduğunu söyledi. İSFALT resmen Karacaahmed’in eski fotoğraflarında adeta sembolü haline gelen Hacı Hüseyin Hayri Paşa Sebili’ni ve etrafındaki mezarlığı hapsetmiş. Bunun üzerine hemen yanındaki benzin istasyonundan bir abinin yardımıyla çekebildiğim açılardan fotoğrafları çektim.
İçeride “Yüzyıllar Boyunca Üsküdar” kitabı müellifine göre 28 mezar taşı var. Hüseyin Paşa, 1860 senesinde vefat eden oğlu Mir Emin Bey’in aziz ruhu için bu sebili 1865’te inşa ettirmiş. 1881 senesinde paşamız da vefat edince çok sevdiği oğlunun ve aynı zamanda yaptırmış olduğu hayrat sebilin yanına vasiyeti gereğince defnedilmiştir.
Paşanın aynı zamanda Ayrılıkçeşmesi’ne çok yakın bir noktada yaptırmış olduğu namazgahı da varmış ancak günümüze ulaşamamış.
Sebil, Miskinler Tekkesi karşısında ve eski Bağdat yolu üzerinde yani İstanbul’dan kutsal topraklara giden hacı adaylarının güzergâhında yapılmıştı. Ancak şu an hem sebil ve haziresi hapis altında hem de sebil depo olarak hor bir şekilde kullanılmaktadır.

Ömer Faruk Deliktaş

Sadrazam Halil Hamid Paşa'nın Kaybolan Şahidesi

Sadrazam Halil Hamid Paşa'nın Kaybolan Şahidesi

4-5 ay evvel Halil Hamid Paşa haziresine, tüm mezar taşlarının tek tek fotoğraflarını çekmek için gittiğimde perişan bir vaziyette idi hazire. Geçtiğimiz günlerde ise restore edilmiş haliyle karşılaştım. Fakat iki eksikle... Ömer Faruk Deliktaş yazdı.

Halil Hamid Paşa merhum, Osmanlı Devleti gibi koca bir çınarın büyükçe dallarının çatırdadığı, yenilikler için adımlar atmanın kaçınılmaz olduğu yıllarda Isparta’da 1736 senesinde dünyaya gelmiş. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, paşamızla alakalı yapmış olduğu müstakil biyografi çalışmasında onu, “Osmanlı sadrazamları arasında ıslahat ve yenilik yapmak isteyenlerin en ileri gelenlerinden biri ve hatta birincisi” olarak ön plana çıkartıyor.
Babasıyla birlikte İstanbul’a gelerek tahsil görmüş ve katip olarak başladığı devlet kapısındaki vazifesini bahtının yaver gitmesiyle sadrazamlığa kadar ileri götürmüştür. 1774’te Osmanlı’nın yaşamış olduğu en önemli dönüm noktalarından biri olan, ahalisi müslüman Kırım’ın kaybından 8 yıl sonra sadrazamlığa getirilen Halil Hamid Paşa, bu sıralarda henüz 48 yaşlarında idi. Kendinden evvel 1774-1782 arasındaki 8 yıllık süreçte 8 sadrazam değişmiş ancak hiçbiri muvaffak olamamıştı.
Halil Hamid Paşa’nın en mühim icraatlarından birisi sürat topçuları ocağını ihya etmesi idi. Bunun için Fransız Baron dö Tott’u görevlendiren kişi de Halil Paşa’dır. İstanbul, Isparta ve Kayseri’de kütüphane, çeşme gibi vakıf eserleri yaptıran paşamız İstanbul Samatya’da da Kadem-i Şerif Tekkesi’ni bina etmiştir. Kendisi başta olmak üzere dönemin önde gelen devlet adamları da bu tekkeye intisap etmişlerdir.
Şu an haziredeki mezar taşı
Halil Hamid Paşa haziresi
İki sene dört aylık sadrazamlık süresine hakikaten büyük icraatlar sığdırmaya muvaffak olan Hamid Paşa’nın açtığı çığırdan 3. Selim de devam etmiş ve Nizam-ı Cedid icraatlarını devreye sokabilmiştir.
Paşamızın arası Cezayirli Gazi Hasan Paşa ile hiç de iyi değildi. Gazi Hasan Paşa ise Sultan 1. Abdülhamidüzerinde çok tesirli bir paşaydı. 1785 Nisan’ında gece sabaha yakın haremde yatak odasından kaldırılarak sadaret mührü alınmış ve Gelibolu’ya sürülerek mal ve mülküne el konulmuştur. Ardından yaşanan birçok hadisenin neticesinde Bozcaada’da ikamete mecbur tutulmuş, bir süre sonra da katledilerek başı gövdesinden ayrılmıştır. Başı İstanbul’a getirilerek burada sergilenmiş ve ardından Karacaahmed Mezarlığı’na defnedilmiştir. Bugün Karacaahmed Mezarlığı’ndan yollar ve çeşitli yapılar sebebiyle ayrılmış olan bu hazire Halil Hamid Paşa haziresi olarak bilinmekte. Hazire, Eyüp Aksoy Caddesi üzerinde Kadıköy istikametinde, Siyami Ersek Hastanesi ve Haydarpaşa Numune Hastanesi’nin hemen ön kısmında bulunmaktadır.

Kaybolan şahide
Restore etmişler ama…
Takriben 4-5 ay evvel bu haziredeki tüm mezar taşlarının tek tek fotoğraflarını çekmek için gittiğimde perişan bir vaziyette idi hazire. Bazı taşlar devrilmiş, üzerine branda çekmişler ve birçok mezar taşının kitabesi silinmeye yüz tutmuştu. Ayrıca içerisinde barakavari bir yer de yapmışlardı. Geçtiğimiz günlerde tekrar hazireye gittiğimde restore edilmiş haliyle karşılaştım.
Restorasyon iki husus haricinde gayet temiz bir şekilde gerçekleştirilmiş. İlk husus şu ki mezarlık bölgesinde toprağa batmış birçok mezar taşı aşikar bir şekilde gözükmekte iken hiç kazı çalışması yapmamışlar. İkinci ve en mühimi ise Halil Hamid Paşa’nın iki tane bulunan şahidesinden hazirenin ön duvarında bulunanı hâlâ yerinde iken onun arkasında, duvarın dibindeki şahide kayıp! Restorasyondan evvel her ikisini de bizzat görüp fotoğraflarını çekmiş idim. Her ikisi de aynı başlığa ve aynı kitabeye sahipti.
Devrin en mühim şahsiyetlerinden Halil Hamid Paşa’nın bu şahidesi çalındı mı kayboldu mu yoksa kaldırıldı mı, bu üç sorunun hepsinin cevabı hemen hemen aynı yerlere çıksa da mezar taşının nerede olduğu meçhul. Bu konuyu ilgililerin dikkatlerine sunarım.

Ömer Faruk Deliktaş

Boğaz’ın Tek Yalı Camisi Artık Yok

Boğaz’ın Tek Yalı Camisi Artık Yok


Geçtiğimiz günlerde Üryanizade Camii'ni ziyarete gittiğimde 157 yıllık camide orjinalliği muhafaza edilen tek yerin minaresi olduğunu anlamakta hiç de zorlanmadım. Ömer Faruk Deliktaş yazdı.

Üsküdar’dan sahil yoluyla Beylerbeyi’ne doğru giderken deniz kenarında göreceğiniz tek cami Üryanizade Camii’dir. Kare planlı yapısıyla, köşk tipi minaresi ile İstanbul’da eşi benzeri olmayan bir camidir. Boğazın mücevheri, Üryanizade Ahmed Esad Efenditarafından 1860 yılında Nakkaştepe sahilinde kendisinin yalısının yanına kondurulmuştur. 40 günde ve tamamıyla ceviz ağacından yapılmıştır.
Ahmed Esad Efendi 1878’de Sultan Abdülhamid’in tahta cülusuyla birlikte şeyhülislam olmuş ve vefatına kadar da bu vazifede kalmıştır. 1889’da vefat ettikten sonra Eyüp’te Siyavuş Paşa’nın türbesinin yanında, Sokullu Mehmed Paşa’nın da türbesinin karşısında bulunan, yükseklik itibariyle her iki türbeden de düşük yapılan mütevazı türbesine defnedilmiştir.
40 günde inşa edildi, 4 yılda restorasyonu bitirilemedi
2013’ün Temmuz’unda cami restorasyona alınmak için etrafı kapatıldı. Dış cephesi sökülen camide restorasyon bir türlü ilerlemeyince gazetelerde haber olarak yer aldı. Bunun üzerine inşaat şirketinden mazeret üreten bir açıklama geldi. Ancak üç kış boyunca korumasız kalan cami tabiri caizse çürümeye terk edildi. Camiyi asıl tutan direklerin çürümesiyle de birlikte tamamıyla ahşaptan yapılmış olan Üryanizade Camii tabiri caizse ahşapları sökülüp atılarak baştan yapıldı. Üstelik 40 günde inşa edilen caminin restorasyonu 4 yılda bitirilemedi.
Geçtiğimiz günlerde camiyi ziyarete gittiğimde 157 yıllık camide orjinalliği muhafaza edilen tek yerin minaresi olduğunu anlamakta hiç de zorlanmadım. Caminin içerisine girdiğimde yüksekliğinin ne kadar düşürüldüğünü anlamamak mümkün değil. Bunun sebebini de caminin küçük avlusunda incelemeler yaparken fark ettim.
Hizmete(!) açılan cami
Boğaz’daki yalıların her birinin kayıkhaneleri vardı. Yalı sahipleri İstanbul’dan geldikleri vakit tıpkı otopark gibi kayıklarını yalılarının kayıkhanelerine yerleştirirlerdi. Bu kayıkhaneler genelde yalının bir bölümünün alt kısmında oluşturulurdu. Boğaziçi’nin tek kayıkhaneli camii olan Üryanizade Ahmed Esad Efendi Camii’nin kayıkhanesi de harim kısmının hemen alt kısmında yer almaktaydı. Fakat kapatılarak mescid haline getirilmiş!
Alt taraf mescid yapılınca harim kısmının da yüksekliği azaltılarak kayıkhane kısmı yüksek tutulmuş. Şeyhülislamın yaptırmış olduğu bu cami aynı zamanda Boğaziçi’nin tek yalı camii olarak günümüze ulaşmıştı. Geçirmiş olduğu feci restorasyonda bu özelliği de kaybettirilerek ön kısmına mermer döşemeli bir mekân yapılmış, masa ve sandalyeler konularak “hizmete”(!) açılmış.
Restorasyona girmeden evvel defalarca bu camyie girmiş ve penceresinden baktığımda caminin alt kısmına yalarcasına vuran dalgaların sesiyle dinlenmiştim. Üryanizade Camii artık yepyeni ve baştan inşa edilmiş bir mabet… İstanbulumuza hayırlı olsun.

Ömer Faruk Deliktaş

İLK TÜRKÇE SİYER

İLK TÜRKÇE SİYER VE İLK MEVLİD KİTABI

Bazı eserler vardır ki onlar milletlerin kültüdür. Yazıldıktan sonra üzerinden asırlar geçer ancak o eserler hiç kaybolmaz ve müslüman olan herkesin hanesinde Kuran-ı Kerim ve Hadis kitaplarından sonra yerlerini alırlar. Günümüz hanelerinden bahsetmiyorum tabi.
14. yüzyıl Erzurum’undan Mısır’a ilim tahsiline giden Mustafa Darir Efendi zamanla burada Memluklü sarayının hizmetine girmiştir. Darir soyadının kendisine verilmesi gözlerinin zarar görüp âmâ kalmasından dolayıdır. O günün Mısır’ında Berkuk bin Anas hükümdardır ve Türkçe’yi resmi dil ilan etmiş, pek çok eserin Türkçe’ye çevrilmesi için de emir vermiştir. Peki gözleri görmeyen Mustafa Efendi bu ilim aşkıyla Erzurum’dan kalkıp Mısır’a gittiğinde nasıl saraya girdi kendisinden dinleyelim:
“Ben fakir ve hakir, o saadetli padişahın sohbetine söz söylemek için yol buldu. Şirin lafızlar ve zengin kelimeler bereketiyle ona yaklaşmak hasıl oldu. Çünkü gözsüz olan âmâ bulunan kişinin her ne kadar görüş kuvveti yoksa da hafızasının kuvveti çoktur. Sözler gönlünde toplanır ve hafıza kuvveti söz toplamakta güçlü olur. Dariri söz söylediği vakitte latif, renkli ve gönül yakıcı ve şirin söylerdi. Cümle halk onun gönül alan kelimelerini dinlemeğe gönül çekerlerdi. Ben Dariri beş yıl padişahın huzurunda her gece meclis eyledim. Padişahların tarihini padişaha anlattım. O da bir gün bana: “Ey gözsüz, gel, bize bir Sire söyle ki onda hem siret, hem suret bulunsun.” Dedi.
Darir Efendi aldığı emirle Ebu’l Muhsin Bekri’nin kitabının tercümesine başlar. “Müslümanlar padişahının huzurunda Hazreti Resul’ün ibret dolu siyerini Arapça okuyup Türkçe anlatır.” Darir Efendi bu vesileyle ilk Türkçe siyer kitabını 1388 yılında Memluk sultanı Berkuk’a takdim etmiştir.
Siyer-i Nebi, Yavuz Sultan Selim Han’ın Mısır Seferi esnasında saraya getiriliyor. Ve 16. Yüzyılın sonlarında 1596 senesinde Sultan 3. Murad tarafından minyatürlenmesi için nakkaşhaneye gönderiliyor. Yazılışından 2 asır sonra Nakkaş Hasan ve ekibi tarafından bütçesi Hazine-i Hümayun’dan karşılanmak üzere minyatürleniyor.
“Osmanlı saray nakkaşhanesinde resimlenen Siyer-i Nebi doğrudan Hz. Peygamber’in hayatını konu edinmekle birlikte cahiliyye devri siyasi, kültür ve ekonomi tarihi, aynı zamanda dönemin edebiyat tarihi hakkında da bilgi veren geniş kapsamlı bir eserdir ve İslam dünyasında bu konudaki resimli tek örnektir.”(Zeren Tanındı, İslam Tasvir Sanatında Hazreti Muhammed’in Hayatı)
Âmâ Mustafa Efendi’nin yazdığı siyer Nakkaş Hasan tarafından 6 cild olarak minyatürlenmiştir. Ne yazık ki bu muhteşem, eşsiz eseri muhafaza etmeyi başaramamışız. Birinci, ikinci ve altıncı cildler Topkapı Sarayı Müzesi’nde iken üçüncü cild New York’da, dördüncü cild Dublin’de bulunmaktadır. Beşinci cild ise kayıptır. Elimizde bulunan bu ciltlerde toplam 814 minyatür yer almakta.  Bu rakamda bize Osmanlı döneminde tasvir sanatı örneklerinde en çok minyatürü barındıran eser olduğunu gösterir.
Bu muhteşem eserin 6 farklı sanatçı tarafından minyatürlendiği tahmin ediliyor. Bunlardan ikisi Nakkaş Osman ve  Nakkaş Hasan’dır.
Siyer-i Nebi Hususiyeti ve Muhtevası
Darîr’in bir önemi haizdir. Eserden açıkça anlaşılıyor ki Mustafa Darir Efendi bu eseri Peygamber’e duyduğu büyük muhabbetin bir neticesi olarak ortaya koymuş ve insanlara da O’nun muhabbetini sevgisini yaymak, tanıtmak istiyor. Mustafa Darir Efendi kendisinden sonra gelen siyer müelliflerini tesiri altında bırakmıştır.
Siyer-i Nebi ve Vesiletü’n Necât
Mustafa Darir Efendi kendisinden sonra gelen Süleyman Çelebi’yi de etkilemiştir. Nitekim Vesilet’ün Necât ile Siyer-i Nebi metni arasında birçok yerde benzerlikler veya birebir aynı olduğu kısımları görmek mümkündür. (metnin sonuna konulan kısımlarla karşılaştırma yapabilirsiniz.) Bazı araştırmacılara göre de Darir Efendi’nin Siyer-i Nebi’si Türk Edebiyatı’nın ilk mevlid metnidir. Bu benzerliği gözler önüne sunmak için her iki metinde de Peygamber Efendimiz’in doğumunu anlatan manzum kısımları ele alabiliriz. Bu durumu Ahmet Ateş çok güzel ifade etmiştir: ”Mevlid manzumesi Darîr’de gevşek dokunmuş bir kumaşa benzediği hâlde Süleyman Çelebi’de daha sağlam, kuvvetli ve canlıdır.”( Süleyman Çelebi, Vesiletü’n Necat, s.57, haz: Ahmet Ateş, TTK)
Siyer-i Nebi henüz tamamlanamamışken Sultan 3.Murad vefat etmiştir. Ve tahta cülus eden Sultan 3.Mehmed eserin tamamlanması için gerekli bütçeyi tahsis ederek bu muhteşem eseri itmam eder.
 Siyer-i Nebi gerek yazıldığı dönemde gerekse bütün Osmanlı tarihi boyunca sürekli okunagelen eserlerin arasında hep ön sıralarda olmuştur. Üslubunun sadeliği, anlatımının güzelliği, manevi olarak insanı devr-i saadete götürmesi ile Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) hayatını öğrenmek isteyen alimiyle, cahiliyle, saraylısıyla, köylüsüyle herkesin el üstünde tuttuğu bir eser olmuştur. İnsanların gönlüne Peygamber sevdasını silinmez harflerle kazımıştır Mustafa Efendi.  Millet Kütüphanesi’nin eski müdürlerinden Melami meşayıhından Merhum Mehmed Serhan Tayşi Hocamda uzun yıllar boyunca bu eseri her sene farklı gruplarla okurlar ve herkese de tavsiye ederlerdi. Ecdadımızın vazgeçemediği yaklaşık 7 asırlık siyer kitabı maalesef bir asra yaklaşan cumhuriyet döneminde hak ettiği kıymeti görememiştir. Tekrar basılıp kütüphanelerdeki ve gönüllerdeki yerini tekrar alabilmesi için harekete geçeceklere ne mutlu! Mustafa Darir Efendi’nin ruhu tez zamanda şâd olur inşallah.
Siyer-i Nebi 
Döşedi bir bisât-ı ins Sündüs
Hevada illa kim mestur oldu

Çalabdan Cibril’e emr oldu kim tiz
Tamu kapuların yap heybetiyle

Vuhuşile duyura vir haberler
Bu gece kalmasınlar gaflet ile

Bu kez bir nur içinde gark oldum
Bürüdü beni ol nur ismet ile
Vesiletü’n-Necât
Hem hava üzere döşendi bir döşek
Adı Sündüs döşeyen onu melek

Tanrıdan Cebrail’e emr oldu onu yap
Tamu kapusun götürgil heybeti

Hem vuhuş ile duyura kıl haber
Bu gece gözden gidersin gafleti

Sonra gark oldu vücudum nur ile
Bürüdü beni o nurun ismeti
Ömer Faruk Deliktaş





Vefatının 87. Senesinde Üsküdarlı Ressam Hoca Ali Rıza Efendi
Üsküdar bünyesinde yetiştirmiş olduğu insanlara öyle Üsküdarlılık katan bir şehir ki o kişiler hayatları boyunca hep Üsküdar ile yad edilegeliyorlar. Bu kişilerden birisi de Üsküdarlı Ressam Hoca Ali Rıza Efendi. 20 Mart 2017 tarihi asker ressamların en meşhurlarından Ali Rıza Efendi’nin vefatının 87. Yıl dönümü idi. Üsküdar Belediyesi vefat yıldönümünden iki gün sonra da olsa büyük ressamı yad etmek üzere Bağlarbaşı Kültür Merkezi’nde bir ihtifal düzenledi. Bu ihtifale katılmak için heyecanla yola koyuldum. Salona girdiğimde ise koltuklar bomboştu… Ancak ön sıralara ilerleyince salonun tıka basa dolu olduğunu hissettirecek ağırlıkta güzel insanları gördüm. Yine Üsküdar ile yad olunan Niyazi Sayın beyefendi en ön sırada programı takip etmekte idi. sadece o değil. Uğur Derman Beyefendi ve eşleri Çiçek Derman hanımefendi ve Prof. Dr. Zeki Kuşoğlu hoca da Ressam Ali Rıza programına teşrif buyurmuşlardı.
Evvela Üsküdar Belediyesi’nin Hoca Ali Rıza Efendi ile alakalı hazırlamış olduğu belgeseli seyrettik. Sonrasında ise onun talebesinin talebesi olan ve Ali Rıza Efendi üzerine yüksek lisans tezi hazırlayan resim öğretmeni Naciye Turgut hanımefendi konuşma yaptılar. Hoca Ali Rıza’nın emekli olduktan sonra Üsküdar’da bulunan Mithat Paşa Kız Meslek Lisesi’nde resim dersleri vermiş olduğunu ve Malik Aksel’in deyimiyle Üsküdar’ın ressamlar diyarı olduğunu ifade etti. Naciye Hanım, Üsküdar’da bir şehir müzesi kurulmasını ve oraya Hoca Ali Rıza’nın isminin verilip yaşatılmasını teklif ettiler.
Uğur Derman Bey konuşmalarına bir kıta ile başladılar:
Kemâlât-ı rıza tasvir olunmaz
Eder dilşâdını her lahza tebcil
Çalışmakla eder imrar ve evkat
Rıza, kıldı rıza-yı Hakka tahsil.
Arkadaşlarından Hüseyin Haşim Bey bu kıtayı Hoca Ali Rıza Efendi için yazmıştır. Uğur Derman bey, Üsküdarı yirminci yüzyılda temsil eden iki büyük sanatkar var, birisi Üsküdarlı Ressam Ali Rıza Bey diğeri de Üsküdarlı Hezarfen Necmeddin Okyay bey’dir, diyerek kanaatini belirttiler. Sonrasında iki büyük sanatkar arasındaki ilişkilerden bir misal verdi. Necmeddin Efendi yapmış olduğu ebruları Ali Rıza Efendi’ye gösterir ve onun fikrini alırmış. Necmeddin efendi’nin kendince beğendiği ebruları Ali Rıza Bey kenara koyar, sonra hiç üstünde durmadıklarına da “haa bu işte olmuş” diyerek beğendikleri arasına koyarmış. Ve Necmeddin efendi, “bu şekilde devam ettik ve ben renk zevkimi Ali Rıza Bey’den aldım” dermiş. Uğur Bey’in sunumunda dikkatimi çeken noktalardan biride belgesel kelimesini kullanmayıp “belgefilm” demesiydi. Düşününce lisanımıza cazib bir teklif sunmuş olabilir dedim kendimce. Dostlarından Fuad Şemsi bey Üsküdarlı Rıza Bey için “onun her hali, her hareketi ibadetti” dermiş. Ali Rıza beyin hep düşündüğü fikirlerinden biri bir köprü başında şerbetçi dükkanı açmak ve gelen geçen herkese parasız olarak meccanen şerbet ikram etmekmiş.
Uğur Derman bey getirmiş olduğu defterinden kıymetli hatıraları nakletmeye devam ederken Ali Rıza Bey’in günümüz insanına her yönüyle emsal teşkil eden biri olduğunu düşünerek kıymetli hocam Mahmud Sami Kanbaş ile biz neler kaybettik, kimleri kaybettik diyerek ah u vah ediyoruz. Ali Rıza beyin merhametine misalen Uğur hoca şu anekdotu anlatıyor. “Talebesi Nazmi Bey ile Çamlıca’ya resim yapmaya çıkıyorlar. Bağlarbaşı Altunizade arasında bir arabaya rastlamışlar, arabanın içi dolu, çok zayıf kemikleri gözüken bir at da o arabayı çekmeye çalışıyor, hatta arabayı çekemediği için sahibinden kamçılar yiyor. Bu hali görünce Rıza Bey önce şapkasını sonra üniformasını çıkartıp arabanın üstüne koyuyor, hadi Nazmi bey diyor ve yokuş bitene kadar arabayı itiyorlar. Şu kemale bakın…”
Ali Rıza Bey bilhassa Paşabahçesini çok severmiş ve bu sevgisinden dolayı da bir müddet orada yalıda oturmuş ve Fuad Şemsi Bey’de yalı komşusuymuş.
Hoca Ali Rıza Bey’e dair konuşmasına devam eden Uğur Bey, herkese iyilik etmeye çalışan birisi, ailesiyle hiçbir zaman düzen kuramamış, hanımı ise maalesef Ali Rıza Bey’i hayatı boyunca anlayamamış birisi, onu hep hafifsemiş. Ve artık talak vaki olmuş ancak kıyamamış onu evden çıkartmaya, yine evde oturtmuş fakat artık namahremi olduğu için yanında başı örtülü oturtmuş ve bu şekilde hayatlarını sürdürmüşler. Son döneminde ise bir ailevi baskıyla Ali Rıza Bey hapse düşmüş bir hayli zaman hapiste yatmış tabi nahak yere yattığı anlaşılıp bırakıldıktan sonra dostlarım benim için üzüldüler diye hapisten sonra felce yakalanmış ve bir hayli zaman evinde felç olarak yatmak durumunda kalmış. Ama bütün üzüntüsü dostlarım benim için üzüldü.
Sıradaki konuşmacı Zeki Kuşoğlu hoca idi. O da konuşmasına Ahmed Yüksel Özemre hocanın kitabından bir iktibas ile başladı. Özemre hoca o dönemde yaşamamış olmasına rağmen Ali Rıza Efendi’nin bıraktığı nida onun vefatından yıllar yıllar sonrasında dahi yankılandığı için aileden, çevresinden duyduklarını yazmıştı. “Mütevazıydı, sabırlıydı, tefekkür eder acele etmezdi, fedakardı, cömert, sadık, hakikate yürekten bağlı, ehl-i dil, rakik, diğergam, merhametli, hadimül fukara, müstesna hasletli, benzeri az görünen güzel insan.”
Kuşoğlu hoca Ali Rıza’yı son mutasavvıflardan sayabileceğimizi hatta buna iki kişiyi daha dahil edebileceğimizi ifade ettiler. Bu kişiler Süheyl Ünver ve Mustafa Düzgünman. Gelecek yıla dair de Hoca Ali Rıza’nın 88. Vefat yıldönümü olması hasebiyle hoca hakkında sempozyumlar, sergiler yapılmasını ve bir müze açılıp isminin verilmesini teklif etti.
Hemen ardından Mustafa Düzgünman’ın icazetli talebesi 90 yaşındaki ney üstadı Niyazi Sayın hoca sözü aldı. Kendisi dinçliğini muhafaza edebilmiş bir şekilde bizleri bolca güldürdü. Ali Rıza hoca gibi büyük değerli bir insanın ism-i şerifi geçtikçe gönlümüz ferahlıyor diye başladı söze. Mustafa Düzgünman’ın dükkanında çalışmış olmakla çok şeyler kazandığını ifade etti ve Özemre’ye “yahu biz bu dükkanda çalışmamış olsaydık yedi dükkan süprüntüsüne dönerdik” dediğini aktardı. Yedi dükkan süprüntüsü vardı her kutunun dibinden bir parça alınır tütsü yapılır hanımlar gelir bu tütsüyü alırdı, ona yedi dükkan süprüntüsü derlerdi diye de ilk defa duymuş olduğum bu tabiri izah etti. Niyazi Sayın hocanın Mukaddes isminde bir ilkokul hocası, Ali Rıza hocanın talebesi olduğunu belirtti. Selimiye’deki evine ziyarete gittiğinde Ali Rıza Hoca’nın kendisine göndermiş olduğu mektupları ve ona ait olan şeylerin kopyasını kendisine vermiş. Ali Rıza Hoca’yı 10 dakika boyunca o yaşına rağmen ayakta anlatan Niyazi Hoca’ya konuşmasının sonunda çiçek takdim etmek isteyen sunucuya “evladım ben ne yapacağım çiçeği, onun yerine bir işkembe çorbası içelim” deyip bütün salonu güldürdü.
20 Mart 1930 tarihinde bu alemde hoş bir sada bırakarak göçen gönül insanı büyük ressam Üsküdarlı Hoca Ali Rıza Efendi’yi rahmet ve minnetle yâd ediyoruz.


                                                                                               Ömer Faruk Deliktaş

3 Şubat 2017 Cuma

                                                                                                   Ömer Faruk Deliktaş
SADEDDİN KAYNAK
Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihe karışması ve imparatorlukla birlikte onu hatırlatan şeylerin silinmeye çalışıldığı devirler geçiş devirleri olarak tarihte yerini almıştır. İşte bu geçiş devirlerinde ortaya çıkan müstesna insanlar vardır. Bu müstesna insanlar geçmişte kalan ile cedidin arasında bir halka mesabesindedirler. Halka olma vasfına sahip müstesna insanlardan biride Hafız Sadeddin Kaynak’tır. Sadeddin Kaynak hiç şüphesiz musikimizin üstadlarından bir tanesidir. Babası Ali Alaaddin Efendi Rize’nin Çukurlu köyünde doğuyor ve 1862 senesinde İstanbul’a Fatih’e göç ediyorlar. Alaaddin Efendi 7 defa evlenmiş, ancak bunların hiç biri iki hanımlı olmamıştır. Yedinci evliliğini Rize’de Havva Hanım’la yapmış ve hemen sonrasında Fatih’te Sarıgüzel semtinde bulunan Yahya Tevfik Efendi Medresesi’ne yerleşmiştir. Bu medrese maalesef 1918 Fatih yangınında harap olmuştur. Ali Efendi’nin Havva Hanımla evliliğinden 3 kız ve 3 erkek evladı olmuş evlatlarının en büyüğü olan Sadeddin Kaynak’da dahil olmak üzere 6 evladı da bu medresede dünyaya gözlerini açmıştır.
Ailenin en büyük çocuğu olarak 1895’te dünyaya gelen Kaynak, 9 yaşında hıfzını tamamlamıştır. Birinci dünya savaşı yıllarında vatani vazifesini yapmak için İlahiyat Fakültesini yarıda bırakarak cepheye gider. Cephede yaralanması sebebiyle terhis edilir ve İstanbul’a döner dönmez ilahiyat fakültesini bitirip diplomasını alarak Yavuz Selim Camii ikinci imamlığına tayin edilir. Uzun yıllar Yavuz Selim Camii türbeler kısmında bulunan lojmanda ikamet eder. Bu bina bugün hala ayaktadır. Sonrasında buranın baş imamının kızı ile evlenirler. Baş imam Ömer Efendi’nin vefatıyla Sultan Selim Camii baş imamlık vazifesini devralır.
Sadeddin Kaynak, Kaynak soyadını alması konusunda oğlu Günaydın Kaynak şunları söyler: “Soyadı kanunu çıktıktan epey bir zaman sonrasına kadar, Sadeddin Kaynak gönlünce bir soyadı seçememiştir. Bir gün Fatih’teki evin en üst katında oturmuş düşünüyorken, yapmış olduğu bestelerin arka arkaya gelişi ve bunun kaynağının ne olduğu aklına takılmış. İşte bunun sonucu “Kaynak” soyadını almasının iyi olacağına karar vermiş.”
Türk musikisine kaynaklık eden Sadeddin Kaynak birçok filmin müziklerini de hazırlamıştır. Bunların sayısı yüze yakındır. Ancak bu durum kendisini fazlasıyla yormuş ve vefatında belkide birinici müessir bu olmuştur. Kaynak’ın hayatı, kişiliği, eserleri burada anlatılıp geçilecek mevzuların çok ötesindedir. O sebepten çok bilinmeyen ancak güfte ve bestesi de kendisine ait olan Kore Türküsü şeklinde isimlendirebileceğimiz bir eserine burada temas etmek istiyorum. 1950-53 Kore Harbi’ne Türkiye, biraz da Amerika ile yakınlaşmak gayretiyle asker gönderiyor. Bu yıllarda orduya moral kaynağı olması için orada konser verecek müzisyenlerde gönderilir imiş. Saadettin Kaynak kendisi gidemiyor ancak cephede bulunan askerlere bir Kore Türküsü yazıyor.
Elimde silahım var dilimde Allahım var
Kore'ye gidiyorum ateşim var ahım var
Aİlâhu ekber Allahu ekber
Yolun açık olsun asker

Barışa yardım kanim Türküm uludur şanım
Hâk korusun vatanım ateşim var ahım var
Allâhu ekber......

Yİğitoğlu yiğidim cenkdir sana öğüdüm
Ya gazi ya şehidim kalbimde Allahtın var
Allahı ekber......
            Sadeddin Kaynak 1953 senesinde Hamiyet Yüceses’in Şişli’de bulunan evinde, “Yavuz Sultan Selim Ağlıyor” filminin şarkılarının provası esnasında beyin kanaması neticesinde felç geçirmiş ve derhal Şişli Etfal Hastanesi’ne kaldırılmış. Alaaddin Yavaşça’nın anlattığına göre Kaynak rahatsızlanmadan evvel Yavaşça’nın ve Zeki Arif Bey’in adını söylemiş. Hoca kendisine geldiğinde hastanede Alaaddin Yavaşça kendisine bu durumun hikmetini sorduğunda Sadeddin Kaynak şu cevabı vermiş: “Vallahi! Sanki bir rüyaydı gördüğüm. Karanlıktan nur misali bir el çıktı ve arkasından Ben Abdülkadir Geylani, Alaaddin’i bul, sana Zeki Arif’i getirsin, dedi. Sonrasını hatırlamıyorum, işte öyle bir rüyaydı” deyip sözlerini bitirdi.
            Rahatsızlıkları 1961 yılına kadar artarak devam etmiştir. Vefatından 3-4 gün evvel Alaaddin Yavaşça’ya daha önce hiç ortaya çıkarmayıp ve hiç kimseye de vermediği saklı tuttuğu “Merhem koyup onarma sinemde kanlı dağı” isimli parçanın notalarını vermiş ve “Ölmeden bana bu eseri dinletirsen çok memnun olurum” demişti. Yavaşça bir iki gün içerisinde bu parçayı seslendirmiş ve hocasına da dinletme bahtiyarlığına erişmiştir.
            1961 yılının 3 Şubat’ında Gülfiye Hanım’a “Ben Allah’ın huzuruna gidiyorum. Hakkını helal et.” Demiş ve arkasında yüzlerce kalıcı eser bırakarak ahirete irtihal eylemiştir.
            Vasiyeti çok manidardır: “Bu evde benim bir pardösüm, iki kat elbisem, bir bavulum, bir radyom, bir buzdolabım var. Bunları Gülfiye'ye bırakıyorum. Benim evimde birikmiş param yoktur. Emri hak vaki olduğu zaman Sıraselviler'deki apartmanımın 1, 3, 9 numaralı dairelerinden kiralar alınıp cenazemin teçhiz ve tekfinine (kefenleme işlemi) sarf edilsin. Cenaze namazım Nuruosmaniye Cami Şerifi'nde kılınsın. Merkez Efendi’de kabrim hazırdır. Kabir taşımı Gülfiye yaptırır. Yazılacak şey şudur: Sultan Selim Cami Şerifi Başimamı ve Sultanahmet Cami Şerifi İkinci İmamı ve Hatibi Meşhur Bestekâr Hacı Hafız Sadettin Kaynak'ın ruhuna Fatiha.”
Burada bir izah düşmek gerekirse, eşyalarını bırakmış olduğu Gülfiye Hanım Sadeddin Kaynak’ın hayatının son on beş yılında çok önemli bir mevki işgal etmiştir. Bazı kaynaklarda onun hakkında bakıcısı olarak geçse de Gülfiye Hanım, Kaynak’ın dini nikahlı eşidir.
Nezih Uzel merhum Sadeddin Kaynak’ın cenaze törenini şöyle satırlara dökmüş:
Sadeddin Kaynak’ın cenaze namazına gittik. Aman Allahım, bir insan seli... Namaz kılındıktan sonra tabut musalladan hareket ederken bir kıyamet koptu... Meydanı dolduran on binlerce insan gök gürültüsünü andıran bir uğultuyla Yunus Emre’nin “Ey aşık-ı sadıklar gelin Allah diyelim, Bezmi Hakk’a layıklar gelin Allah diyelim “… diyen ilahisine coşkuyla başlayınca sanki Fas’tan Endonezya’ya Tüm islam dünyası “Allah” diyordu. Derviş Himmet güfteli İkinci ilahideki “Ey Muhammmed ümmeti tutun farzı sünneti” mısraına sıra geldiğinde cemaat coşkunun zirvesindeydi. Mesaj kainatı kapladı. Ben elli yıldır bir daha böyle feyyaz bir cenazede bulunmadım. Kaynağın yakınları daha sonra bu iki ilahiyi cenazesinde okunmak üzere bestelemiş olduğunu rivayet ettiler. Rahmetullahialeyh” (Nezih Uzel’den iktibasta tarihi bilgilerdeki hatalar düzeltilmiştir.)