5 Aralık 2016 Pazartesi



AHMED REMZİ AKYÜREK DEDE'NİN BİR HİCVİYESİ

Bi-muhaba eyliyor erkek kadın barlarda dans
Oldu Türk milliyeti devrinde İstanbul Bizans!

Nazenin kızlar müheyya şişe şişe müskirat
Görmemiş zen-pareler mey-hareler bir böyle şans

Ankara şehrinde bir kız vakası olmuş ne var
Ermedi aklım benim bilmem niçün yazdı ajans

Halkta dıyk-ı maişet olsa da mani değil
Fırkanın erkanı mebuslar gibi almış avans

İlm ü fenne boykotaj etmiş gibi bigane halk
Kimse gitmez olsa da darü'l-fünunda konferans


BEĞENMEZSİN

Gönül Mecnun değilsin hüsn-i Leyla'yı beğenmezsin
Kime dil-dâdesin mahbub-ı zibâyı beğenmezsin

Şaşırmışsın meramın Türkçe anlatmakta yazmakta
Acep hayretteyim elfazı imlayı beğenmezsin

N'olur bir kere de âsâr-ı eslafı tetebbu et
Nasıl Türk olsun ecdadı âbâyı beğenmezsin

Dilersin aşina-yı fenn-i tarih olmayı amma
Arapça söylemiş dersin Nâima'yı beğenmezsin

Şifa bilmiş etıbba-yı ecanib işte Kânun'ı
Acemce bir eser dersin de Molla'yı beğenmezsin

Akar ağzın suyu SU naatını görsen Fuzuli'nin
Sana biganedir vezniyle manayı beğenmezsin

Yine hep ihtiramkarane tabirata dikkkatle
Efendim bendeniz dersin de paşayı beğenmezsin

Güzeldir Avrupa tahsilin amma Türk idin n'oldun
Gelirsin ecnebi bir kızla Fatma'yı beğenmezsin

Layıksın anladık, lakin sana mescidde yer yok mu?
Hele havraya girmezsin, kilisâyı beğenmezsin

Yeter ey hame Remz-i bi-muhâbâ laf-ı bi-mana
Ki sen de yazdığın eş'ârı inşayı beğenmezsin.

AHMED REMZİ AKYÜREK DEDE

29 Kasım 2016 Salı

Üsküdar'da bulunan Rum Mehmed Paşa Camii Üsküdar'ın en eski camilerindendir. Rum Mehmed Paşa, Fatih'in sadrazamlığını yapmış ancak sonrasında başı kesilerek katledilmiştir. Katledilmesinin iki sebebi olduğu mervidir. Birincisi Karaman fethinde halka çok zulmettiği insanları katlettiği yönünde iken öteki ise Üsküdar'da yaptırmış olduğu camiin kiliseye benzediği yönüyle katledilmiş olduğu söylenmektedir. Paşanın türbesi camiin kıble istikametindedir. Ancak burası haziresinde bulundurduğu Fatih Devri mihraplı mezar taşları ile eşsiz bir mekandır. Anadolu yakasında Fatih Devri mezar taşlarının bulunduğu tek noktadır. Sayıları günümüzde çok azalmış olan bu mezar taşlarından Rum Mehmed Paşa haziresinde ayak taşlarını da ayrı bir taş olarak kabul edersek toplam 6 taş bulunmaktadır. Bunlar bir hazine değerinde olup iyi muhafaza edilmeleri elzemdir. Paşanın türbesi harap bir vaziyettedir.Bir an evvel restoreye alınmalıdır. 






13 Ocak 2016 Çarşamba


TANZİMATTAN GÜNÜMÜZE TÜRK DÜŞÜNCESİ

15 Aralık’ta 29 Mayıs Üniversitesi çok kıymetli bir panele ev sahipliği yaptı.  Panelin onur konuğu Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay’dı. Panelin konusu ise hocanın hazırlamış olduğu ve alanında kapsamlı ilk eser olmasıyla da ufuk açıcı bir niteliğe sahip olan Tanzimattan Günümüze Türk Düşünürleri isimli 7 cildli, 8 kitaptan oluşan eserdi. Bu eser Süleyman Hoca’nın bu gök kubbede bırakmayı istediği en büyük sadalardan belki de en önemlisiydi. Maalesef bu önemli buluşmaya çok az insan iştirak etti.
Bizler uzun yıllardır kendimizi “düşünemeyen” “felsefe nedir bilmez anlamaz” insanlar olarak gördük. Ve Batı karşısında kendimizi alçalttıkça alçattık. Halbuki kafamızı kaldırıp geriye doğru bir nazar attığımızda altından kulelerle karşılacağımızın farkında değiliz. İşte bu eser de sadece Tanzimat’tan günümüze kadar olan fikir adamlarımızı ve fikirlerini göstermek, tanıtmak, anlatmak için yazılmış. Bu kısa dönem dahi 5000 sayfayı aşmaktadır.
1937 senesinde Konya’da doğan Süleyman Hayri Bolay, bu eserin sunuş kısmında bu eserle hedeflediklerini belirtmiştir: “ Tanzimat'tan günümüze gelen ve gelişen düşünce hayatımızı, düşünürlerimizin neler düşündüklerini yeni nesillerle tanıştırmak, onların tefekkür kabiliyetlerini tahrik etmek, onların Batı düşüncesi karşısında eziklik duymalarını önlemek, babalarının, dedelerinin yahut yakın ve uzak akrabalarının neler düşündüklerini, hangi sorunlarla boğuştuklarını, onlara nasıl çözümler getirdiklerini, hangilerini çözemeyip bize aktardıklarını sergilemek…"
Eser, “Türkçe ile felsefe yapılamaz, bizde filozof yetişmedi, yetişemez” gibi gerçeği yansıtmayan fakat tesiri altında bırakıldığımız iddiaları da reddediyor. Süleyman Hayri Bolay hocanın kitabına dercettiği şu sözleri kitabın zamanımızdaki çok mühim problemlere cevaplar verebilecek nitelikte olduğunu göstermekte.
 “Eskiden de büyük filozoflar yetiştirmiş bir ulusuz biz. Türk düşünürlerin katkısı olmasaydı Avrupa Rönesans'a ulaşamazdı. Descardest'tan yüzyıllar önce Gazâlî'miz vardı bizim. Nicolai Hartman'dan daha mı az Fârâbî'miz. Husserle'den neyi eksik Sühreverdî'nin. Mevlânâ'nın, Yûnus'un, Pir Sultan Abdal'ın günümüzdeki o ünlü varoluşçulardan nesi daha aşağı. Şimdi kalkıp da “Biz filozof olamayız” diye kestirip atmak son derece yanlış olur.”
Nobel yayınlarından çıkan eserin cilt cilt dağılımları şöyle:
1-2 Siyasi, idari ve sosyal düşünce temsilcileri.
3-4 A, 4 B. Bilimsel ve felsefi düşünce temsilcileri.
5. Ahlakî ve edebî düşünce temsilcileri.
6. Dînî ve tasavvufî düşünce temsilcileri.
7. Türk dünyası düşünür temsilcileri.
            Panelin onur konuğunu yalnız bırakmayan ve bu devasa eserde maddeleri bulunan hocalarımız: Prof. Dr. Bedri Gencer, Prof. Dr. Alparslan Açıkgenç, Doç. Dr. Suat Mertoğlu ve Senail Özkan. Paneli Suat Mertoğlu hoca yönetti.
İlk konuşmacı olarak Alparslan Açıkgenç hoca, kitapta takip edilen isimlerin kronolojik olarak yayınlandığını, bu izlenen kronolojik sıralamada kimin kimi takip edip fikirlerinden nasıl etkilendiğini anlamanın da kolaylıkla mümkün olduğunu ifade etti.  Sınıflandırma olarak ise siyasi, idari ve sosyal düşünürler olarak sınıflandırma yapılmış bu çalışmada. Kriter ise o düşünür ağırlıklı olarak hangi konular üzerinde durdu ise kişi ona göre kategoriye dahil edilmiştir. Osmanlı toprakları dışında yaşayan düşünürlerin de unutulmayıp kendilerine bu eserin son cildi ayrıldığını ifade eden Alparslan hoca konuşmasını bir özeleştiri ile nihayetlendirdi: “Çalışmada birçok aksaklıklar da meydana geldi. Sipariş verilen kişiler yazılarını yetiştiremediler o sebepten bazı düşünürlerimiz eksik kaldı. İnşallah ikinci baskıya eksikler tamamlanacak.”
İkinci konuşmacı Senail Özkan hoca düşünce olmadan hiçbirşeyin de gelişemediğini söyleyip Avrupalı düşünürlerden örnekler sundu. Hepimizin dikkatini celbeden şu cümlesi ise herşeyi özetlemekte: “Bu eser çölde açmış bir kızıl gül gibi ama bir gül ile bahar gelmiyor, çalışmaların çok daha fazla artması lazım. Felsefe eserlerinin  yazılması gerek. Ama yazılacak bu eserlerin Türkçe ile kucaklaşması gerekiyor. Maalesef okuduğumuz felsefi eserlerde kullanılan kavramların hepsi batıdan çıkmış kavramlar. Türkiye’de yeniden tefekkür pınarını canlandırmamız lazım.”
Üçüncü olarak söz hakkı Bedri Gencer hocamızda idi. Eserin önemini anlamanın yolu mevzuun önemini anlamaktan geçer diyerek bizlere kısaca tanzimattan günümüze felsefenin yolunu anlattı. Türk düşüncesi tabirinin 20. Yüzyılda çıkmış olduğunu ve geleneksek dilde bir karşılığı olmadığını söyledi. Sonrasında Türk düşüncesinin iki temsilcisini örnek verdi: “Türk düşüncesi algısı çıktıktan sonra  Mahmut Esat Bozkurt ideolojik olarak Türk düşüncesinin temsilcisidir, Ziya Gökalp ise sosyolojik olarak Türk düşüncesinin bir temsilcisidir.”
Türkiye’de kültür alanında birçok isim varken maalesef siyasi saiklerle Mehmet Akif, Bediüzzaman gibi şahsiyetlerin etrafında sürekli sempozyumlar düzenlendiğini ifade eden Bedri Gencer, bu kişilerle kıyas dahi edilmeyecek derece de büyük insanlar yetiştirmiştir bu ülke” diyerek yetiştirdiğimiz nice cevherleri tanımadığımızı üzerinde durarak açıkladı.
Söz konusu eser hakkında ise “bu eser Türk düşüncesinin tek kelimeyle portresini ortaya koymak açısından önemli. Portre dediğim sadece damarları göstermesi açısından önemlidir.”
Bedri Gencer hoca da sözlerini dikkat çekici bir cümle ile tamamlıyor “Bu eserler Türk düşünürleri ne düşünür sorusunun cevabıdır, ama nasıl düşünür sorusuna cevap değildir.”
Eserin önemini anlamanın yolu mevzuun önemini anlamaktan geçer. Türk düşüncesi tabiri 20. Yüzyılla çıkmış bir şey öncesinde böyle bir şey yoktur. Türk le başlayan tabirlerin geleneksel dilde karşılığı yoktur. Kültür kavramının da geleneksel dilde de bir karşılığı yoktur. Düşüncenin geleneksel karşılığı fıkıhtır. Mahmud esat bozkurt ideolojik olarak türk düşüncesinin örneği. Ziya Gökalp ise sosyolojik olarak Türk düşüncesinin bir örneğidir. 1940 50 lere kadar bile büyük düşünürler çıkmıştır bu ülkede. Türkiyede kültür alanında birçok isim varken maalesef siyasi saiklerle Mehmet akif bediüzzaman gibi şahsiyetler etrafında sürekli sempozyumlar düzenlenmekte. Oysa bunlarla kıyas dahi edilmeyecek derece de büyük insanlar yetiştişmiştir bu ülkede.
bu eserdeki eksiklik hocama ait değil kültür ortamı eksikliğidir. Bu eser türk düşüncesinin tek kelimeyle portresini ortaya koymak açısından önemli. Portre dediğim sadece damarları göstermesi açısından önemli ama burada eksik olan bir şey esasa ilişkin önemlidir.
Öncelikle bizim Türk düşünce tarihi ile ilgil bir usul ortaya koymamız lazım. Usul olmadan vusul de olmaz.
Bu eserler Türk düşünürleri ne düşünür sorusunun cevabıdır ama nasıl düşünür sorusuna cevap değildir.
SÜLEYMAN HAYRİ BOLAY
İçerisinde farklı milletlerden insanları da aldık. Mehmed Akif Arnavut , bediüzzaman kürt, ohannes paşa ermeni, tekin alp , Yahudi. Bu gibi insanları da aldık çünkü bunların milliyetleri başka olsa da eserlerini Türkçe yazmışlardır. Bu kişilerin üst kimlikleri Türk’tür.  Türk gibi yaşamışlar ve  
Cemil meriç tanzimatı dahi bilmiyor. Vurucu bir cümlesi var gerisi ansiklopedik bilgi. Tanzimatı zerre kadar anlamamış. Bu kitaptaki maksadımız aklımızı kiradan kurtarmak. Biz aklımızı Avrupa’ya verdik sen bizim yerimize düşün diye. Ama artık onu almanın vakti çoktan geldi. Kimse bizim yerimize düşünemez. Osmanlıya yönelmek lazım . Osmanlıda çok şey var benim gibi 10 kişi 100 sene çalışsa yine Osmanlı düşüncesini tamamıyla bitiremez. Burada bizim hedefimiz bir düşünce geleneğimiz olduğunu ortaya koymaktır. Hilmi Yavuz bir yazı yazıyor bizim felsefe geleneğimiz yok. Yahu sen neyi tetkik ediyorsun Osmanlıca mı biliyorsun da felsefemiz yok diyorsun. Benim yazdığım felsefeye giriş kitabı yazılmış hepsinden farklıdır. Felsefe bir kere soyut kavramlar bütünüdür insanın aklı okuyunca hemen şişer diye ben her bölümün sonuna o düşünceyle alakalı fıkralar ekledim. Yazdığım felsefe kitaplarına Yunus Emre’den Hacı Bektaş’tan metinler aldım ki bu alanda bizlerde varız okuyanlar bilsinler. Osmanlı türk düşüncesini anlayabilmek için şiire musikiye edebiyatıda ilgi göstermek gerekmektedir.  Hilmi ziya ülken kitabının son bölümünde soruyor Türk Düşüncesi nereye gidiyor diye bende bu kitabımda cevap verdim hocama cevap diye son cilde yazdım Türk düşüncesi tabii mecrasına gidiyor. Ve oradaki cevherleri yakın zamanda keşfedecek inşallah bu eser de bu yönde bir adımdır.  



ADIM ADIM DÜNYEVİLİKTEN UZAKLAŞTIRAN BİR CAMİ

İstanbul’un sayısız nimetlerinden biri de yolda herhangi bir yerde yürürken veya herhangi bir ulaşım aracında iken bir Hoca ile karşılaşabilmek durumudur. Benim de başıma bu tür hoş tevafuklar fazlaca geliyor. Bir gece Zeytinburnu’ndan kitap tahlili için evinde toplandığımız hocamızın çeşitli nimetlerle mücehhez sofrasında midemizi sonrasında da aklımızı tefekkürümüzü canlandırıp arkadaşlarımızla müsaade isteyip gece 11’de Marmaray’a binmek için Kazlıçeşme durağına geldik. Bir de baktık ki arkamızda Prof. Dr. Hüsrev Subaşı ve Prof. Dr. Mahmut Kaya. Başımda İran’dan almış olduğum kalpağı gören Hüsrev Hoca heyecanla merhaba gençler dedi selam verdi bizlere. Sık sık bizi gözetlerken biz de bir yandan konuşmak için bahane kolluyorduk. Ve marmarayda karşılarına oturduk. İsimlerimizi okullarımızı sorduktan sonra takmış olduğum kalpakla başlayan muhabbet Kabe toprağı aziz Üsküdar’da devam etti. Hüsrev hocaya Yeni Valide Camii restorasyonu hakkında ne düşündüğünü sordum Mihrimah Camii restorasyonuna nisbeten daha güzel dedi. Sonrasındaki sorum ise camiin manasına mana katan çok değerli hat levhalarıyla alakalı idi. Ve en mühimi olan Sultan 3. Ahmed’in hattatı olduğu “Cennet annelerin ayakları altındadır” hadis-i şerifinin yazılı olduğu tablonun halen camiye asılmadığını sordum. Camiler restorasyona girdiklerinde içlerindeki hat levhaları da restorasyona tabi tutulurlar, o tablo da restoreye verilmiştir ama koskoca cami bittiği halde tablonun restorasyonunun bitmemesine imkan yok dedi. Buradan ilhamla bu yazıya niyetlendim.

Yeni Valide Cami
Bir diğer ismiyle Rabia Gülnuş Emetullah Sultan Camii. Biliyorum valide sultanın ismi neden bu kadar uzundur diye bir soru geçiyor aklınızdan. Şöyle ki 1646 senesinde Girit’in fethinde saraya getirilmek için 10 cariye alınıyor. Tabi daha bunlar 6-7 yaşlarındalar. Bu 10 kişiden dördüncü olarak saraya kaydı yapıldığı için Rabia ismi veriliyor. Gayrimüslimlerin çocukları olan bu cariyeler müslüman olur ve sarayda dini eğitime tabi tutulurlar bu sebepten de Emetullah ismi yani Allah’ın kulu ismi veriliyor. Gülnuş ismi ise yüzünün güzelliğinden dolayı bu cariyeye verilen bir isimdir. Girit’ten getirilen bu cariye Sultan 4.Mehmed’i kendine şiirler yazdıracak derecede aşık ediyor ve Sultan 2. Mustafa’nın da annesi olarak valide sultanlık makamına erişiyor. Ancak asıl mesud devrini ikinci oğlu Ahmed’in tahta çıkmasıyla yaşıyor.
Sultan 3. Ahmed, annesi adına bu camii 1711 tarihinde yapılmıştır. Mimarı konusundaki bilgiler net değildir. Cami Üsküdar’ın merkez noktasında, gürültüden kendini uzak tutan, merhale merhale bu dünyevilikten uzaklaştıran mimarisiyle abidevi bir şaheserdir. Önce dış avluya girer, ağaçlarla, mezar taşlarıyla veya muhteşem kuş camileri ile karşılaşırsınız. (Kuş camii mi olurmuş demeyin. Evvela Yeni Valide Camii’ne gelin ve kuşlar için yapılan minareli sarayı bir görün.)
 Hazirenin bulunduğu kapıdan girerseniz hazire duvarının köşesinde kırılmış ve yere atılmış güneş saatini görmeniz mümkün.
Çeşme ve sebilin bulunduğu kapıdan girildiğinde karşınıza çok güzel bir hünkar kasrı çıkacak solunuzda ise Gülnuş Emetullah Sultan’ın açık türbesi. Bu külliyenin hayranı olan Tanpınar, Beş Şehir isimli kitabına türbe için başka söze hacet bırakmayan şu cümleleri yazıyor:
“Emetullah Sultanın türbesinde insan devir denen şeyi çok iyi anlıyor. Ne XV., ne de XVI. asırlarda böyle bir türbe yapılamazdı. Bu hissîlik, ölüme sindirilen bu kadınlık ancak geleneklerin çözülmeye başladığı bir zamanda olabilirdi. Emetullah Sultan, mimarînin ve zevkin bir fantazisi ile bugün mezardan ziyade, etrafındaki yumuşak çimeni ve mevsim çiçekleri ile bir gelin yatağında, eşsiz bir zifaf odasında yatıyor.”
Balaban tarafındaki kapıdan dış avluya girdiğinizde ise altından geçtiğiniz kemerin üzerinde sıbyan mektebini göreceksiniz. Hemen sağınızda Üsküdar’da çıkabilecek yangınların söndürülmesi için yapılmış olan yangın havuzu var. Şimdi ise hanımlar için abdesthane olarak kullanılmakta.
Dış avluyu dolaştıktan sonra nice inceliklerle dolu şadırvanının da bulunduğu iç avlusuna girerek dünyadan sıyrılın. Kuşların su içmeleri için şadırvanın dört köşesine yapılan küçük mermer yalaklara dokunup, hissedebilmeyi unutmayın.
Ahmet Hamdi Tanpınar bu camii için “3.Ahmed devrinin en güzel eseri odur” der. Lale devri ki nice şaheserlerin mevcude getirildiği çok velud bir devir…
Camii, Sultan 3. Ahmed, validesi için yaptırmıştı demiştik ve sultan bununla da kalmayıp, “Cennet annelerin ayakları altındadır” hadis-i şerifini hat tablosu şeklinde yazıp camiye astırıyor. Bir anne için ne büyük bir şereftir, alemin sultanı olan evladı, annesi adına külliye yaptırmakla kalmıyor bir de camiin içerisine kendi elleriyle yazmış olduğu hat levhasını astırıyor. İşte bu hat levhası restorasyondan evvel minberin sağında ikinci katta görülebiliyordu lakin cami restorasyondan çıkalı uzunca müddet geçmesine rağmen hiçbir hat tablosunu camide görememek hele ki padişahın annesi için yazdığı ve bu camiye değer üstüne değer katan tablonun eksikliği ecdadımıza vefasızlığımızın bir numunesi olarak ortada durmakta. Camide eksik olan sadece bu hat levhaları değil elbet. 2002 yılında mihrabın solunda bulunan büyük pano içindeki 18. Yüzyıldan kalma (muhtemel ki camii ile muasır) kabe örtüsü çalınmıştı. Aradan 13 yıl geçmesine rağmen kimse üzerine düşmedi, restorasyondan evvel bir zamanlar içinde çok değerli kabe örtüsü olan pano mahzunca yerinde durmaktaydı. En azından camiye girip çıktıkça bu boş panoyu görüp Kabe örtüsünü hatırlıyor ve insanlara da anlatıyorduk. Oysa şimdi bu dahi elimizde kalmadı. Maalesef artık kimse merak etmeyecek bu boş pano da neyin nesidir diye… Unutulacak, tıpkı bütün kaybettiğimiz çaldırdığımız değerlerimiz gibi. Hayranlığımıza hayranlık katan bu kıymetli hat tablolarının yerlerine bir an evvel konulması yetkililerden talebimizdir. Ve tabiki 300 yıllık Kabe örtüsünün de bulunabilmesi için tüm çalışmalar yapılmalı.

ÖMER FARUK DELİKTAŞ
OSMANLI BÜROKRASİSİ VE MODERNLEŞME

                                                                  ÖMER FARUK DELİKTAŞ
            Osmanlı Devleti’nin klasik diye tabir edilen dönemlerinde kendine has diyebileceğimiz bir yönetim/idari şekli mevcuttur. Fatih’ten itibaren süregelen bu sistematik döngünün çarklarının kesin bir şekilde Sultan 3. Selim zamanında işlemediğinin farkına varılmıştır. Bu dönemde Osmanlı’nın “Avrupalı ülkelerin gerisinde kaldığı resmen itiraf edilmiştir.”[1] Bu durumu yenebilmek için Avrupa’yı takip edebilmek maksadıyla ilk daimi elçilikler de yine bu dönemde açılmıştır. Askeri alanda ilk önemli reformlar bu devirlerde gerçekleştirilmiştir. Osmanlı Devleti giriştiği reform sürecinde batıyı taklit etmiş oradaki kurumları kendisine uygulamıştır. Değerlendirme yazısının ana kitabı olan Ali Akyıldız’ın kitabında da 18. Yüzyıldan 21. Yüzyıla reformun çeşitli alanlardan örneklerle nasıl gerçekleştirildiğinin sunumu yapılmıştır.
Prof. Dr. Ali Akyıldız’ın Osmanlı Bürokrasisi Ve Modernleşme isimli eseri ilk olarak 2004 yılında basılmış, 5. Baskısı da 2015 senesinde İletişim Yayınları tarafından yapılmıştır. 252 sayfadan müteşekkil olan kitap 9 bölümden oluşmaktadır. Kitap, Akyıldız’ın doktora tezi olarak hazırlamış olduğu “Tanzimat Dönemi Osmanlı Merkez Teşkilatında Reform” (1993) isimli eserden sonra Osmanlı idari tarihiyle ilgili yaptığı çalışmaların bir meyvesi olarak ortaya çıkmıştır. Kitapta ki 9 ayrı bölüm, 9 ayrı makaleden oluşmakta. Eser 19. Yüzyıl Osmanlı bürokratik reformlarıyla alakalı olan ve konu bütünlüğü oluşturan makaleler bir araya getirilerek oluşturulmuş. Kitapta ikinci bölümü teşkil eden “Osmanlı’da İdari Sorumluluğun Paylaşım ve Meşruiyet Zemini Olarak Meclis-i Meşveret” başlıklı makale ilk defa yayınlanmakta, onun haricinde kalan makalelerde daha evvel çeşitli yerlerde yayınlanmış. Kitap yorum ağırlıklı olan birinci bölümün dışında tamamıyla ilk elden kaynaklara dayanılarak hazırlanmış. Arşiv vesikaları, ikinci elden kaynaklar, kamuoyunun görüşlerini yansıtan basın ve dönemle ilgili yapılmış monogrofilerle desteklenerek mukayeseli bir şekilde kullanılmıştır.’[2]
Eser, birincil kaynaklar kullanılarak hazırlanmış ve belgelere dayalı bir metin olduğu için Kısaltmalar bölümü kaçınılmaz olarak eklenmiş. Ardından Ali Akyıldız’ın Önsöz’ü yer almakta. Peşinden de dokuz bölümden oluşan kitabın ilk bölümü başlıyor. 9 makaleninde nihayete erdiği noktadan sonra Ekler bölümü ile makalede mevzubahs edilen evrakın orijinal metinleri yayınlanmış. Ardından Kaynakça bölümü gelmektedir. Bu kısımda da kaynakçanın tasnifi gayet güzel ve muntazam bir şekilde yapılmış. Kaynakça dört kısma ayrılmış Arşiv Kaynakları,  Kaynak Eserler ve İncelemeler, Salnameler, Gazeteler. Ve Dizin kısmıyla kitap hitama erdirilmiş.
Birinci bölümün başlığı “Osmanlı Devleti’nde Bürokratik Yenileşmeyi Zorunlu Kılan Nedenler”dir. Bu bölümde genel manada söylersek kendini yenileyen Avrupa’nın karşısındaki Osmanlı’dan bahsedilmektedir. Yukarıda da bahsedildiği gibi bu bölüm yorum ağırlıklıdır.  Müellif bu bölümde “Reformlar bir ihtiyaçtan mı doğmuştu?” sorusunun cevabını bulmaya çalışmaktadır. Ali Akyıldız’ın da iktibaslar yapmış olduğu Bernard Lewis, Tanzimat’ı değerlendirirken bu durumu şu şekilde ifade etmektedir: “On dokuzuncu ve yirminci yüzyıl dünyasında, Türkiye ya modernleşmek, ya da mahvolmak durumundaydı; Tanzimatçılar da, bütün başarısızlıklarıyla birlikte, daha sonra yapılacak olan daha köklü modernleşme için zorunlu temeli kurdular.”[3]
Yazar, Osmanlıların uzun süre yeniliklere şüpheli baktıklarını,  geleneksel toplumların karakteristik bir özelliği olarak, selefin üstünlüğü ve mazinin daha iyi olduğu düşüncesine kapıldıklarını ve kendileri açısından en yüksek potansiyeli taşıyan Kanuni dönemi değerlerine, müesseselerine dönmeyi amaç edindiklerini söylemektedir. Osmanlı’yı yenilikten uzak düşüren ve maddi zararlara uğratan durumlara da örnekler verilmiştir. Bunların birincisi Coğrafi keşiflerin neticesinde Avrupa’ya akan madenler ve kaynaklardır. Coğrafi keşiflerin Osmanlı’ya olan menfi tesirlerini dokuz maddede sıralamıştır. Müellif, Reformları zorunlu kılan nedenlerden en önemlisi olarak askeriyeyi ele almıştır. Yenileşmenin ilk olarak askeriye de başlamasının sebebi olarak da önceden müttefik Avrupa güçlerini yenebilen Osmanlı ordusunun artık o ittifaktan tek bir devlete karşı dahi mağlup olmasını sebep olarak göstermiştir. Sonuç olarak Osmanlı Devleti’nin yaptığı reformların kendi iç dinamiklerinin bir ürünü olduğunu ve yapılan reformlar üzerindeki tartışmaların devam edeceğini vurgulayarak bölümü bitirmiştir.
İkinci bölümün başlığı “Osmanlı’da İdari Sorumluluğun Paylaşımı ve Meşruiyet Zemini Olarak Meclis-i Meşveret”tir. Meşveret meclisi özellikle Sultan 1.Abdülhamid ve Sultan 3.Selim dönemlerinde daha fazla ön plana çıkmıştır. Daha sık toplanmasının ve ön planda olmasının sebebi olarak da Ali Akyıldız “devletin varlığını tehdit eden buhranların sebep olduğu siyasi kargaşa ve sorunların çözümünde karar ve sorumluluğu yaymak, paylaşmak ve geniş bir mutabakata dayandırarak alınan kararı halkın gözünde meşrulaştırmak” şeklinde tevil etmektedir. Bu toplantılar padişahın, padişah katılmadığında ise sadrazamın başkanlığında yapılırdı. Meclis, belge ve metinlerde meşveret-i hassa, meclis-i has, meşveret-i havass, meclis-i şura, meclis-i müşavere, encümen-i meşveret, meclis-i hassü’l has ve meclis-i umumi isimleriyle anılmaktadır. Bu da bize meclisin çok çeşitli statülerde toplandığını göstermektedir. Müellif, kitabın Ek bölümünde, 221. Sayfada meclis-i meşveret mazbatası arşiv vesikasını yayınlamıştır.
Üçüncü bölümün ana başlığı “Osmanlı Merkez ve Taşra Teşkilatlarının Yeniden Yapılanma Süreci (1836-1856)” şeklindedir. Bürokratik işlemlerin daha düzenli ve hızlı yapılabilmesi için Mustafa Reşid Paşa’nın girişimleriyle hazine-i evrak adlı modern bir arşive de dikkat çekmiştir. Müellif, makalenin merkez teşkilatında reform isimli kısımda sadaret ve ona bağlı kalemleri izah ederek Sultan 2.Mahmud’un bürokraside yaptığı değişikliklerine değinmiştir. Ayrıca bürokratik işlemlerin daha düzenli ve hızlı yapılabilmesi için Mustafa Reşid Paşa’nın girişimleriyle hazine-i evrak adlı modern bir arşive de dikkat çekmiştir. Sultan 2. Mahmud, suiistimalleri önlemek maksadıyla nişan nizamnamesi de hazırlamıştır. Yazar, 1826’da yeniçeriliğin ilga edilmesini reformların önündeki en büyük muhalif gücü kaldırmak olarak yorumlamıştır.[4]
Dördüncü bölümün başlığı “Padişahın Otoritesinin Tartışmaya Açılması: Sened-i İttifak”tır. Bu bölümde Akyıldız, tarihimize mühim bir not düşmüştür. Sened-i İttifak’ın bu zamana kadar yayınlanan, kullanılan metinlerinin umumiyetle Ahmet Cevdet Paşa’nın nakletmiş olduğu metin olduğunu ancak bu metnin eksik olup bazı yanlışları da içerdiğinin altını çizmiştir.[5] Bu nakil baz alınarak latin harflerine çevirisini yapan Server Tanilli’nin Tarih-i Cevdet’teki ilgili bölümün pek çok yerini eksik veya yanlış okuduğunu belirtmektedir. Makalenin sonunda Şanizade Ataullah Efendi’nin kitabına dercetmiş olduğu Sened-i ittifak metni yayınlanmış, bununla beraber hem Ahmet Cevdet Paşa’nın hem de Server Tanilli’nin sened-i ittifak metinleri dipnotlar ile aralarındaki eksiklik ve farklılıklar gösterilmiştir.
Beşinci bölümün başlığı “Tanzimat Döneminde Belgelerin Şekil, Dil ve Muhteva Yönünden Geçirdiği Bazı Değişiklikler”dir. Bu inceleme sadece 1839-1856 tarihleri arasını şümulüne almaktadır. Yapılan reformlar neticesinde söz konusu yeni birimlerde üretilen belgelerde şekil, dil ve muhteva yönünden meydana gelen değişikliklerle belgelerin daireler arsındaki sirkülasyonu araştırma konusu edilmiştir. Bu makalede arşiv belgeleri ve devrin gazeteleri dahil edilerek resmi belgelerde rika yazı hattına geçiş ve belgelere tarih koyma yenilikleri bahis konusu edilmiştir.
Altıncı bölümPadişah İradelerinin Üzerinde Bulunan Bazı Rumuzlar ve Diplomatik Hususiyetleri” başlığı şeklindedir. Tanzimat fermanı ile ıslahat fermanı arasındaki dönemde belgelerde rumuz kullanılmaya başlanmasındaki maksad “belgelerin muamele esnasında gerek kayıtlarına müracaat gerekse çeşitli açıklamalar için katiplerin diğer bürolara sordukları sorular ve açıklamaların belgelerin arkalarında fazla kalabalık yazı yaratmaksızın kısaltılarak gösterilmesiydi.”[6] Bu rumuzların oluşturulmasında kelimelerin baş harfleri kullanılmıştır. Bu makalede mühim bir soruna da yer vermiştir Akyıldız, maalesef bazı harflerin hangi kelimeye delalet ettiğine dair elimizde belge bulunmadığını söyleyerek netice kısmında “gerek iradelerin gerekse diğer evrakın arkalarında rastladığımız rumuzların deşifre edilmesi, hem Osmanlı diplomatiği hem de bürokrasisinde yürütülen muamelelerin seyrinin tespiti açısından son derece önemlidir.”[7] Kitapta yer alan makalelerde kullanılan arşiv malzemelerinin bolluğunu bu makalede bariz bir şekilde görebilmek mümkün. 23 sayfa hacminde olan makalede 126 dipnot mevcuttur.
Yedinci bölüm “Osmanlı Hazine-i Evrakının Kurulması ve İlk Tasnif Usulleri (1846-1856)” Bu bölümde hazine-i evrakın kuruluş serüveni ele alınmaktadır. Yazara göre arşivcilik tarihimizin en önemli adımı Hazine-i evrakın 1846’da kurulmasıdır. Hazine-i evrakın kurulmasına Avrupa’daki pek çok müesseseyi görüp kendi ülkesinde uygulamak isteyen Mustafa Reşid paşa önayak olmuştur. Bu vesileyle parça parça halinde olan ve kimi mahzenlerde kimi saray köşelerinde saklanmaya çalışan kıymetli arşiv tek bir yerde toplanılmaya çalışılmıştır. Akyıldız bu makalede de tamamıyla birinci elden kaynakları kullanmış.
Sekizinci bölüm “2. Abdülhamid’in Çalışma Sistemi Yönetim ve Babıali’yle İlişkileri” başlığını taşımaktadır. Bu bölümde saray ve Babıali’nin rekabetinin kökenlerine değinmiş sonrasında da bu rekabetin Sultan 2. Abdülhamid zamanında sarayın galibiyetiyle nihayet bulduğu anlatılmıştır. Yeni bir reform olarak Sultan 2.Abdülhamid’in mabeyn şifre katipliği bölümü kurduğundan vesikalarla bahsedilmiştir. Sultan 2.Abdülhamid’in günlük çalışma sistemine de bu yazı içerisinde değinilmiştir. Sultan 2. Abdülhamid’e dair yapılan anlatımlarda döneminde yaşayan yakın zevatın hatıratlarına başvurulmuştur.
Dokuzuncu ve son bölümümüze geldiğimizde ise muhtarlık teşkilatı ile alakalı bir makale bizi karşılamakta. Makalenin başlığı “Türkiye’de Muhtarlık Teşkilatının Kuruluşu ve Gelişimine Genel Bir Bakış” 2. Mahmud muhtarlık teşkilatını ilk olarak 1829 senesinde bilad-ı selase için uygulamıştır. Maksadı ise İstanbul’a olan göçü kontrol etmek ve mahallelere giriş çıkışları denetim altına alarak emniyeti sağlamaktır. Muhtar kelimesi lügat manasıyla seçilen kişi demek olsa da ilk muhtarlar atama yolu ile gelmişlerdir. İstanbul dışında ilk muhtarlık da 1833 senesinde Kastamonu’da kurulmuştur. Muhtarlığın cumhuriyete kadar uzanan tarihi seyrini kaleme almış olan Akyıldız, eserini sonuç bölümüyle nihayete erdirmiştir.
Yazar, sonuç bölümünde tanzimat dönemi monografilerinin hazırlanması gerektiğinin altını çizmiştir. Ve Tanzimat döneminin Cumhuriyet’in altyapısını oluşturduğu kanaatiyle kitap son bulmaktadır.
            Netice itibarıyla Osmanlı Bürokrasisinde Modernleşme kitabı alanındaki mühim bir boşluğu doldurmakla birlikte sadece bir mukaddime hüviyetindedir. Dokuz ayrı makalenin her biri de o alanla ilgili kapı eşiği niteliğinde ve çok kıymetli, arşive dayalı araştırmalardır. Ancak arşiv endeksli malzeme kullanması kitabı anlaşılmaz kılmamış. Üslubu ve dili itibarıyla kitabın hitap ettiği kesimin yelpazesi geniştir.




KAYNAKÇA
1-    Akyıldız, Ali, Osmanlı Bürokrasisinde Modernleşme, İletişim Yayınları, (İstanbul 2015)
2-      Ersoy, Hamit, Osmanlı, c.6, Yeni Türkiye Yayınları, (Ankara 1999)
3-      Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Çev. Metin Kıratlı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, (Ankara 1996)




[1] Hamit Ersoy, Osmanlı, c.6, s.269, Yeni Türkiye Yayınları, (Ankara 1999)
[2] Ali Akyıldız, Osmanlı Bürokrasisinde Modernleşme, s.12, İletişim Yayınları, (İstanbul 2015)
[3] Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Çev. Metin Kıratlı, s,78, Türk Tarih Kurumu
Yayınları, Ankara 1996
[4] Ali Akyıldız, s.54
[5] A.g.e, s.90
[6] A.g.e, s.119
[7] A.g.e, s.140