22 Nisan 2015 Çarşamba


DİVANU LÜGATI’T TÜRK

KAŞGARLI MAHMUD’UN HAYATI
Kaşgarlı Mahmud’un kendi eserinde kendisine dair verdiği ifadeler bir kesinlik arzetmemektedir. Çoğu muğlak ve kesin bir neticeye çıkamayacak ifadelerdir. Bugüne kadar farklı görüşler ortaya atılmıştır. Fakat son araştırmalara göre Kaşgarlı Mahmud, Kaşgar’ın 45 km. güneybatısındaki Opal köyünde 1008 yılında doğmuştur. Soylu bir aileden gelmektedir. Kaşgarlı Mahmud’un soy kütüğü, İslam dinini seçen ilk Türk kağanı Abdülkerim Satuk Buğra Han’a çıkmaktadır. [1] Annesi hakanlık ulemasından Hoca Seyfeddin Buzurgvar’ın kızı Bubi Rabia’dır. Babasının ismi Hüseyin b. Muhammed’dir. Kaşgar’da Medrese-i Hamidiye ve Medrese-i Saciyye’de okuyup Arapça ve Farsça’yı bu medreselerde öğrenmiştir. 1057’lerde ailesinin sarayda uğradığı suikastten sonra Mahmud Türk illerini seyahate çıkmıştır. Bu seyahatlerinin sonunda Bağdat’a gelip eserini tamamlayıp, 1080 yılında tekrar Kaşgar’da eğitim aldığı medreseye dönmüştür. Burada  müderrislik vazifesini 1090 senesinde vefat edinceye kadar devam ettirip vefat edince de medresenin yanındaki türbesine defnedilmiştir.[2]
DİVANU LÜGATI’T TÜRK
 Lügatı’t Türk’ün yazıldığı yıl hakkında birkaç görüş olsa da ittifak edilen görüş Kilisli Muallim Rıfat Bey’e aittir. Kaşgarlı Mahmud eserini  “1 Cemaziyelewel 464'te (25 Ocak 1072) yazmaya başlamış ve birkaç defa gözden geçirip yeni ilaveler yaptıktan sonra 12 Cemaziyelahir 466'da (12 Şubat 1074) tamamlamıştır. Ardından da eserini muhtemelen 470'te (1077) Bağdat'ta Halife Muktedi-Biemrillah'ın oğlu Ebü'I-Kasım Abdullah'a takdim etmiştir.”[3] Fakat şuan elimizde bulunan nüsha müellifinin yazdığı nüsha değildir. “Millet kütüphanesinde mahfuz bu nüsha Kaşgarlı’dan yaklaşık ikiyüz yıl sonra, İran’ın Save kasabasından Şam’a hicret eden Muhammed bin Ebi Bekr tarafından istinsah edilmiş olan nüshadır. Bu istinsahtan sonra Divanü Lügatı’t Türk’ün ilk ve tek neşrini 1917-1919 yıllarında üç cild halinde Kilisli Rıfat Bilge gerçekleştirmiştir.”[4]  
Kaşgarlı Mahmud, bütün Türk illerini gezerek bu eseri oluşturduğunu, kendini ve yaptığı işi eserinde şöyle anlatıyor:
“Ben onların en uz dillisi, en açık anlatanı, akılca en incesi, soyca en köklüsü, en iyi kargı kullananı olduğum halde onların şarlarını, çöllerini baştan başa dolaştım. Türk, Türkmen, Oğuz, Çiğil, Yagma, Kırgız boylarının dillerini, kafiyelerini belliyerek faydalandım; öyle ki bende onlardan her boyun dili, en iyi yolda yerleşmiştir. Ben onların en iyi surette sıralamış, en iyi bir düzenle düzenlemişimdir. Bana sonsuz bir ün bitmez tükenmez bir azık olsun diye şu kitabımı Tanrıya sığınarak Divanü Lügat’ıt Türki ‘Türk Dilleri Kamusu’ adını vererek yazdım.”[5]

Kaşgarlı’nın bu sözlerinden kendisinin bu işe ne kadar çok ihtimam gösterip var gücüyle çalıştığı belli olmaktadır. Ve sonsuza kadar var olma inancını gerçekleştirebildiğini de aradan geçen yüzlerce yıldan sonra hala onun konuşulup hala onun yazılıyor olmasından rahatlıkla anlayabiliriz.
Eserin yazılış maksadı Araplara Türk dilini öğretmek ve Türk dilinin Arapça’ya denk bir dil olduğunu göstermek olunca eserde Arapça kaleme alınmıştır. Kitapta madde başı olarak alınan kelimelerin sayısı yaklaşık 8000 civarındadır.[6] Yazar eserini “Hemen bütün Türk boylarının dillerini, kafiyelerini, elde ettim, yalnız terkedilmiş kelimeleri bu kitaba almadım,,, Türk diline sonradan girmiş sözleri de yazmadım,,,[7] cümleleriyle belirttiği gibi, halk içinde yaşayan bütün Türkçe kelimeleri derleyerek yazmıştır. Bu cümlelerden ayrıca Türk dilinin tarihinin ne kadar eski olduğunu öyle ki terkedilmiş birçok kelimenin dahi bulunduğunu anlayabiliriz.
Eserde Türkler arasında konuşulan ağızlara da temas edilmiştir:
“Ağızların edebi kabiliyetleri göz önünde bulundurulduğunda eserde başlıca iki ağız üzerinde önemle durulduğu görülür. Bunlardan biri "Türk şivelerinin en incesi ve zarifi yani edebisi" diye nitelendirilen ve bugün hala Kaşgar ve dolaylarında kullanılan Hakaniye Türkçesi, diğeri ise "Türk şivelerinin en kolayı" olarak tanımlanan ve daha sonra geniş bir edebiyat meydana getiren Oğuz (Batı) Türkçesi'dir. Divanü Lügati't Türk'te esas itibariyle Karahanlı Türkçesi üzerinde durulmakla birlikte Oğuzlar'a da önemli bir yer verilmiştir.”[8]

“Kitabın yazılmasındaki maksat Araplara en kısa sürede kolayca Türkçe öğretebilmek olduğu için Kaşgarlı Mahmud, “Türkçe kelimeleri Arapça’da olduğu gibi sülasiler, rubailer, humasiler vb. diye sınıflandırmıştır. Aynı Türkçe kelimelerden mesela kırk kelimesini krk Türk kelimesini trk imlasıyla yazarak bu kelimeleri Arapça’daki gibi harekelerle seslendirmiştir.”[9]
Divanü Lugati't Türk, Türk toplum hayatının her sahasına ait çeşitli bilgileri ihtiva etmektedir. Bu bakımdan eser içinde yer alan adetler, akrabalık, evlenme, atçılık ve binicilik, aygıtlar, bağcılık ve bahçıvanlık, beslenme, mutfak yemekleri, bitki, coğrafya, dil bilgisi (fiil yapısı, fiilden fiil yapma ekleri ). Oğuzca sözler, ses taklidi kelimeler, din (itikadlar, şamanizm), tabiat, dokuma ve bezeme, eğlence, milli oyunlar, müzik, şiir ve dans, ev eşyası, giyim kuşam, gök bilimi, hay- van adları, hakan, kadın, savaş (savaş tekniği ve silahlar) spor ve oyunlar (ayak topu, çevgan, yumruk oyunu), tababet, tarım, toplum hayatı, Türk evi, ulaşım ve taşıtlar gibi konular yönünden de ince- lenip değerlendirilmiştir.

Biz bu makalede Divan’ın bazı yönlerini ele alacağız. Şunu söylemekle iktifa edelim yukarda yazılı konuları Kaşgarlı Mahmud Divan’ında zikretmiştir.


Kaşgarlı Mahmud, Divanü Lügatı’t Türk ve İlkleri
Kaşgarlı Mahmud ilk Türk haritacısı olarak kabul edilmektedir. Eserinde Türk dünyasının ön plana çıkartıldığı bir dünya haritası da çizmiştir.[10] “Balasagun merkezli dünya haritasında adlandırmalar ve çizimler, günümüz coğrafyasına göre batıda Rus sınırlarına, İdil nehrine, güneyde Mısır sınırlarından Etiyopya’ya ve Hindistan’a, doğuda Çin ve Japonya’ya kadar uzanmaktadır.”[11]
“Divanü Lügatı’t Türk ilk gramer kitabımız, Kaşgarlı Mahmud’da ilk Türk gramercimizdir.[12] Divan, sözlü kültürümüzün ilk olarak yazıya geçirilmiş metnidir. Kaşgarlı Mahmud da ilk sözlü kültür bilimcisidir. Belki de bu bilimin dünyada ilk kurucusu ve ilk alan araştırıcısı, bu yolda ilk eser vericisidir.”[13]
Divan’ın aslında temel taşı olan milliyetçilik duygusunu bu makalede ayrıca ele alıp incelemek istedim. Çünkü Edebiyat alimi Nihad Sami Banarlı, eserinde Kaşgarlı Mahmud için “İslamiyetten sonraki Türk milliyetçiliğinin ilk büyük simasıdır.”  İfadesini kullanmaktadır.[14] Ve Kaşgarlı birçok alanda Türk milletine öncülük yapmıştır. Milliyetçilik duygusunun İslam ile yoğrulmasının da ilk misalidir bu Divan. Divan’dan birkaç örnekle bunu açıklamak örneklerle incelemek yerinde olacaktır.
            En eski destanlarımız hakkında bilgi sahibi olabildiğimiz tek kaynak Divanü Lügatı’t Türk’tür. Bu destanların başında da Şu ve Alper Tunga destanları gelmektedir.
  DİVANÜ LÜGATI’T TÜRK’TE MİLLİYETÇİLİK
Kaşgarlı Mahmud eserine Peygamber sallallahu ve sellem’e salat ve selam ile başlamış ve sonrasında Türklerin Tanrı tarafından yüceltilmiş bir topluluk olduğunu, bu adı kendilerine Tanrı’nın vermiş olduğunu, onları herkese egemen kıldığını onların adalet dağıttığı gibi bahislere değinip şöyle devam etmekte:
 “Ben Buhara’nın sözüne inanılır imamlarından birinden ve Nişaburlu başka bir imamdan kesinlikle duydum, her ikisi de senetleriyle bildiriyorlardı ki, Peygamberimiz (s.a.v) kıyamet belirtilerinden ve karışıklıklarından ve Oğuz Türklerinden söz ederken, “Türk dilini öğreniniz, çünkü onların egemenlikleri uzun sürecektir.” buyurmuşlardır. Bu söz doğru ise sorgusu o ikisi üzerine olsun, onu öğrenmek vacip olur. Eğer bu sözün aslı yoksa, akıl da bu dili zaten öğrenmeyi emreder.” [15]

Kaşgarlı Mahmud’un Araplar için yazdığı bu eserin en başında yer verilen denkleme İbrahim Olgun şöyle bir tevil getiriyor:
            “Kaşgarlı, burada önce gördükleriyle vardığı neticeyi belirtiyor ve “yüce Tanrı Türkleri güçlü ve egemen kılınca, rahat yaşayabilmek ve yaşamından güvenli olabilmek için Türklerin dilleriyle konuşmaktan başka çıkar bir yol olmadığını gördüm” diyor.
         “İkinci olarak da duyduklarını ileri sürüyor: sözüne inanılır olarak kabul edilen kişilerden duyduklarını tanık gösteriyor. Yani Kaşgarlı şöyle bir neticeye ulaşıyor: Türklerin dilini öğrenmek gereklidir. Çünkü bunu Peygamber emretmiştir. Öğrenmek zorundasınız. Bu hadis uydurmadır derseniz nasılsa aklınız sizi bunu öğrenmeye zorlayacaktır. Yani Türkçe’yi akla da inansanız nakle de inansanız her iki durumda da öğrenmek zorundasınız.”

            Mantık zinciri devam ediyor: O zaman diyeceksiniz ki biz Türkçeyi kimden ve nasıl öğrenelim? Arapların tanınmış bilgin dilcileri var. Türklerde ise başvurabileceğimiz kaynaklar yok. Kaşgarlı, onların soracakları bu soruyu hemen şöyle yanıtlıyor:
Ben onların en açık seçik anlatanı, akılca en incesi, soyca en köklüsü, en iyi ok kullananıyım. Türk, Türkmen, Oğuz, Çiğil, Yağma, Kırgız boylarının dillerini ve kafiyelerini belleyerek yararlandım. Her boyun dilini en iyi biçimde bilirim. Ben onları yoluyla yöntemiyle derledim, topladım, en güzel bir düzene koyup yazdım. Ondan sonrada sonsuza değin anılsın ve işe yarasın diye adını Tanrıya sığınarak Divanü Lügatı’t Türk koydum.”[16]
ASIRLARIN ARDINDAN DİVANÜ LÜGATI’T TÜRK’ÜN BULUNUŞU
Eski Maliye Bakanlarından Nazif Bey kitaplığında çok mühim bir kitap barındırdığının farkındadır ve bunu yakınlarından bir kadına verir.
  -Bak sana bir kitap veriyorum. İyi sakla… Sıkıştığın zaman sahaflara götür. Altın para ile otuz lira eder, aşağıya verme! der.
  Bir süre sonra paraya ihtiyacı olan kadın, kitabı Sahaflar Çarşısı’ndaki kitapçı Burhan Bey’e götürür ve otuz liraya satmak istediğini söyler. Divanü Lügati’t Türk gibi bir eser için otuz lira hiç de yüksek bir miktar değildir ama bu kitabın önemini ve değerini bilmeyenler için yüksek bir bedeldir. Burhan Bey, yüksek bir fiyatla alır diye kitabı Maarif Nazırı Emrullah Efendi’ye götürür. Nazır da kitabı İlmiye Encümenine havale eder. Kitabı incelemek için bir hafta süre isteyen Encümen, bir hafta sonra kitaba on lira değer biçer. Kitabın kendisinin olmadığını, sahibinin otuz liradan bir para bile aşağıya inmediğini söyleyince Encümendekiler
  -Biz otuz liraya bir kütüphane satın alırız. Al kitabını, istemiyoruz, diyerek kitabı Burhan Bey’e geri verirler.
  İşte tam da o günlerde, ömrünü ve servetini kitaplara adayan, haftada birkaç kez Sahaflar Çarşısı’na uğrayıp, kitapçıları tek tek dolaşarak yeni bir şey olup olmadığını sormayı alışkanlık edinen Ali Emiri Efendi, kitapçı Burhan Bey’in dükkânına uğrar. Ali Emiri Efendi yeni bir şey olup olmadığını sorunca, Burhan Bey,
  -Bir kitap var ama sahibi otuz lira istiyor, diyerek olanı biteni anlatır ve sürenin ertesi gün dolacağını, yaşlı kadının kitabı almaya geleceğini söyler.
  Eline aldığı kitabın adını okuduğu anda Ali Emiri Efendi, bayılacak gibi olur… Dünyada eşi benzeri olmayan, Türk dilinin en değerli eseri Divanü Lugati’t-Türk’tür elindeki kitap… Otuz değil, otuz bin liraya bile değerdir bu kitaba. Kendisini hemen toparlayan Ali Emiri Efendi, kesin alıcı görünmemek, kitapçıyı şımartmamak amacıyla:
  -Dağınık bir eser… Acaba tamam mı değil mi? Yazarı da Kaşgarlı adlı bir adammış… Kimdir, necidir, belli değil… Sarı çizmeli Mehmet Ağa… Ama ne de olsa bir eserdir… Encümen on lira teklif etmiş, ben de on beş lira veririm… der. Burhan Bey:
  -Kitap benim olsaydı verirdim. Sahibi mutlaka otuz lira istiyor Alacaksanız bir kadına iyilik etmiş olursunuz, almayacaksanız sahibine geri vereceğim, diye söyleyince Ali Emiri Bey
  -İşte şimdi işin şekli değişti… Bir kadına yardımcı olmak gerekir. Peki, kabul ettim, diyerek kitabı satın aldığını söyler ama yanında yalnızca on beş lira vardır. Eve gidip gelecek olsa kitabın bir başkasına satılması ihtimali bulunmaktadır. Paranın üstünü daha sonra vermek üzere kitabı almak istese kitapçı bunu kabul etmeyecektir. Kitabı bırakıp gitmek de istememektedir. Böyle karmaşık düşünceler içerisindeyken kitabı Burhan Bey’le birlikte bırakır, bir rivayete göre dükkânın kapısını kilitleyip anahtarı cebine koyar ve bir tanıdığa rastlamak umuduyla çarşıya çıkar. Birkaç dakika sonra eski Darülfünun edebiyat hocası Faik Reşat Bey ile karşılaşır. Hemen yanına koşar:
  -Varsa, aman bana yirmi lira ver! der. Faik Reşat Bey’de on lira vardır, hemen onu verir. Geri kalanını getirmek üzere aceleyle evine gider. Ali Emiri Efendi de Burhan Bey’in dükkânına döner ve gönül rahatlığıyla Faik Reşat Bey’i beklemeye koyulur. Burhan Bey şaşkın vaziyettedir. Kitabın önemli bir eser olduğunu o da anlamıştır artık…
  Birkaç dakika sonra Faik Reşat Bey elinde on lira ile gelir. Ali Emiri, otuz lirayı hemen verir ama Burhan Bey bir de bahşiş istemektedir. Üç lira da Burhan Bey’e verir ve Faik Reşat Bey ile birlikte dükkândan ayrılırlar, konuşa konuşa çarşıdan çıkarlar. Fakat Ali Emiri’nin gözü arkadadır, Burhan Bey’in satıştan vazgeçip arkasından gelip kitabı istemesinden korkmaktadır. Kimsenin gelmediğinden emin olunca
  -Oh… Elhamdülillah! diyerek evine gelir. Ne kadar değerli bir esere sahip olduğunu, kitabı incelemeye başladığında anlar.

Divanü Lügatı’t Türk hakkında en güzel ifadeleri şüphesiz onun kıymetini bir bakışta anlayan ve ona bir servet ödeme pahasına sahip olan Ali Emiri Efendi söylemiştir.
  Bu kitap değil, Türkistan ülkesidir… Türkistan değil bütün cihandır. Türklük, Türk dili bu kitap sayesinde başka bir parlaklık kazanacak. Arap dilinde Seyyibuyihin kitabı ne ise bu da Türk dilinde onun kardeşidir. Türk dilinde şimdiye kadar bunun gibi bir kitap yazılmamıştır. Bu kitaba hakiki kıymet verilmek lazım gelse cihanın hazineleri kâfi gelmez… Bu kitapla Hz. Yusuf arasında bir benzerlik vardır. Yusuf’u arkadaşları birkaç akçeye sattılar. Fakat sonra Mısır’da ağırlığınca cevahire satıldı. Bu kitabı da Burhan bana otuz üç liraya sattı. Fakat ben bunu birkaç misli ağırlığında elmaslara, zümrütlere vermem…[17]

Türklük biliminin en önemli eseri olan Divanü Lügatı’t Türk bir hazine hükmündedir. Onda Türklüğün kökenine dair ne aranırsa bulunabilir, sözlü kültüre dair şiirler, deyimler, kelimeler hepsi bu Lügat’te yerini almıştır bundan 1000 yıl evvel. Buradan akan pınar Divan şiirine de öncülük etmiştir, sözlü kültürlerin yazıya geçirilmesinede. Fakat Divanü Lügatı’t Türk gerek dünya çapında gerek ülkemizde hak ettiği kadar üzerinde çalışılmamış bir metindir.



KAYNAKÇA
1.    Atalay, Besim Divanü Lügatı’t Türk Tercümesi, Türk Dil Kurumu, Ankara, 1992.
2.    Banarlı, Nihad Sami, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, 1971.
3.    Ercilasun, Ahmet, “Kaşgarlı Mahmud Kitabı” Kaşgarlı Mahmud İlk Türk Haritacısı, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2008.
4.    Kaçalin, Mustafa, “Divanü Lügatı’t Türk” DİA, c.9
5.    Olgun, İbrahim, “Kaşgarlı Mahmud’da Türklük Bilinci” Türk Dili, Ankara Ekim 1972.
6.    Özönder, Sema Barutçu, Kaşgarlı Mahmud Kitabı, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2008.
7.    Sarıoğlu, Fikret, “Kaşgarlı Mahmud” haz. Sema Barutçu Özönder, Kaşgarlı Mahmud İlk Türk Haritacısı, K.B.Y, Ankara, 2008
8.    Yıldırım, Dursun, Kaşgarlı Mahmud Kitabı, haz. Sema Barutçu Özönder, s.109, K.B.Y Ankara, 2008





[2] Sema Barutcu Özönder, “Kaşgarlı Mahmud Kitabı” (Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2008), s:4
[3] Mustafa Kaçalin, “DİA” Divanü Lügatı’t Türk, (1994) c.9, s.446-449
[4] Fikret Sarıoğlu, Kaşgarlı Mahmud, haz.Sema B. Özönder, “Kaşgarlı Mahmud İlk Türk Haritacısı” s.121
[5] Besim Atalay, “Divanü Lügatı’t Türk Tercümesi” (Ankara 1992) c.1 s.4
[6] Kaçalin, DİA, c.9, s.448
[7] Nihad Sami Banarlı, “Resimli Türk Edebiyatı Tarihi” (İstanbul 1971), c.1 s.253
[8] Kaçalin, DİA, s.447
[9] Banarlı, T.E.T, s.253
[10] Sarıoğlu,  “Kaşgarlı Mahmud İlk Türk Haritacısı” s.121
[11] Sarıoğlu, a.g.e, s.127
[12] Ahmet Ercilasun, a.g.e s.93
[13] Dursun Yıldırım, a.g.e s.109
[14] Banarlı, T.E.T, 250
[15] Besim Atalay, Divanü Lügatı’t Türk, c.1 s.4
[16] İbrahim Olgun, Türk Dili, “Kaşgarlı Mahmud’da Türklük Bilinci” s.82




ömer faruk deliktaş / aralık 2014 (Orta Asya dersi birinci sınıf birinci dönem makalemdir.)
                        HZ. ÖMER’İN HİCRETTEN EVVELKİ HAYATI

 İsmi, künyesi, nesebi ve lakaplarını şöyle sıralayabiliriz: Ömer b. El-Hattab b. Nüfeyl b. Abdüluzza b. Riyah b. Abdullah b. Kurt b. Rezah b. Adiy b. Ka’b b. Lüeyy b. Galib b. El-Kureşi b. Advi. Nesebi Kab b. Lüeyy b. Galib’te Hz. Peygamberle birleşmektedir. Künyesi Ebu Hafs olup lakabı Faruk’tur. Çünkü Mekke’de Müslüman olduğunu izah etmiş ve Allah’da bu esnada küfürle imanın arasını ayırmıştır. Fil Vak'ası'ndan on üç yıl kadar sonra, diğer bir rivayete göre ise Büyük (Dördüncü) Ficar savaşından dört yıl kadar önce Mekke'de doğdu. Hz. Ömer’in çocukluğuna dair ve hayatının ilk devirlerine aid durumları tamamıyle bilinmemektedir. Hafız İbn Asakir nde Amr bin El-As’ın Hz. Ömer’in doğumuna dair verdiği malumatı kaydetmektedir. Amr bin El-As, bazı arkadaşlarıyla birlikte oturuyorken yüksek bir avaz duyduklarını tahkikat neticesi Hattab’ın dünyaya bir oğlu geldiğini anladıklarını söylüyor. Hz. Ömer, çocukluğu esnasında babası tarafından deve çobanlığı ile vazifelendirilmişti. Bu meslek Araplar arasında hor sayılmıyordu. Hattab’ın oğluna muamelesi çok şiddetliydi. Hz. Ömer bütün gün develerin arkasında dolaşır, yorulduğu zaman bir parça istirahat etmek isterse babası tarafından cezaya çarptırılırdı. Hz. Ömer’in bu meşakkatli vazifeyi yaptığı saha, Decnan çölü idi. Burası Mekke’nin yakınlarında olan Kadid mevkiinden on mil mesafededir. Hz. Ömer Müslümanların başına geçtikten sonra bir gün bu havaliden geçmiş, orada gözleri yaşararak şu sözleri söylemişti: Ey Rabbim, ne büyüksün! Hayatımda öyle bir zaman geçti ki bu yerlerde deve güder, yorgun argın düşerek biraz dinlenmek istediğim zaman babam beni döverdi. Bugün ise en yüksek makamı işgal ediyor Müslümanların başına geçmiş bulunuyor, Allah’tan başkasına baş eğmiyorum. Hz. Ömer’in fiziki görünüşünü anlatanlar şöyle betimlemişler: “Yüzü hafif kırmızıya çalıp beyaz tenli, güzel yüzlü, el ve ayakları irice, etine dolgun, uzun boyluydu. Sanki bir binek üzerindeymiş gibi dururdu. Güçlü biriydi. Kına yakar, bıyıklarının kenar kısımları uzuncaydı. Hızlı yürür, konuştuğunda karşısındakine dinletirdi. “Hz. Ömer’in babasının adı Hattab b. Nüfeyl, annesinin ismi Hanteme binti Haşim’dir. Hantame Ebu Cehil’in amcasının kızı idi.” Cahiliye döneminde Osman b. Mazun’un kız kardeşi Zeynep binti Mazun’la evlenmiştir. Bundan Abdullah, Abdurrahman, Hafsa adında çocukları olmuştur. Müleyke binti Cervel’le evlenmiş, ondan da Abdullah adında bir çocuğu olmuştur. Fakat anlaşma yoluyla ondan boşanmıştır. Kureyye binti Ebu Ümeyye el-Mahzumi ile evlenmiş onunla da anlaşarak boşanmıştır. Bu hanımla daha sonra Abdurrahman bin Ebubekir evlenmiştir. İkrime Şam’da şehid olunca İkrime’nin eşi ile evlenmiş bu evlilikten Fatıma adında bir kızı olmuştur. Ömer (r.anh) evlenmek istemiş bunun üzerine Hz. Aişe, Amr bin As ile haber göndermiş, ona Ümmü Gülsüm bint Ali’yi tavsiye etmiştir. Bu hanım Hz. Fatıma’nın kızıdır. Ömer (r.anh) Resulullah (s.a.v) ile yakın olmak sebebiyle bu hanımla evlenmek istemiştir. Ali (r.anh)’den onu istemiş ve Ali’nin kabul etmesi üzerine Ömer (r.anh) ona kırk bin dirhem mehir vererek evlenmiştir. Bu hanımdan Zeyd ve Rukiyye adında çocukları olmuştur. Ömer (r.anh)’ın çocuklarının toplam sayısı on üç olup şunlardır: Zeyd (küçük), Asım, Abdullah, Abdurrahman (büyük), Abdurrahman (ortanca), Abdurrahman (küçük), Ubeydullah, Iyaz, Hafsa, Rukiye, Zeynep ve Fatıma. Ömer (r.anh)’ın gerek cahiliyede gerekse Müslüman olduktan sonra yaptığı evliliklerin sayısı yedi olup buna boşadıkları ve o hayattayken vefat eden eşleri de dahildir. Ömer (r.anh) sırf zürriyetini çoğaltmak ve pak bir nesil sahibi olmak için evlilikler yapmıştır. Bu konuda şunu söylemiştir: “Ben şehvetimden dolayı evlenmedim. Şayet çocuk sahibi olma arzum olmasaydı hiçbir kadına bakmazdım.” Hz. Ömer’in (r.anh) hayatının yarısı cahiliye döneminin koşullarında geçmiştir. Müslüman olana kadar Kureyş’in normal gençleri gibi hayatını devam ettirdi. Okuma yazma bilmesi onu diğerlerinden üstün bir konumda tutmuştu. Çünkü o dönemde okuma yazma bilenlerin sayısı oldukça azdı. Daha küçük yaşta sorumluluklar üstlenen Hz. Ömer, bundan dolayı zor şartlar altında büyüdü. Babasının maddi durumunun çok kötü olmamasına rağmen herhangi bir bollukla karşılaşmadı. Sadece babasının sürülerine çobanlık yapmakla kalmayıp aynı zamanda dayılarının sürülerine de bakıyordu. Bundan halife olduğunda bizzat bahsetmiştir. Muhammed b. Ömer yaşanan şu hadiseyi aktarmıştır; ‘’Hz. Ömer (r.anh) bir defasında insanları namaza çağırmış, insanlar toplandığında, ezanın ardından minbere çıkmış, Allah’a hamd Resulüllah’a salat getirdikten sonra şunları söylemiştir; Ey insanlar! Benim çobanlık yaptığımı biliyorsunuz. Bunun karşılığında bana bir avuç hurma verirlerdi. Günler nasılda değişti. Hz. Ömer bunları söyledikten sonra minberden iner. Abdurrahman b. Avf bunun üzerine ‘’ Ey mü’minlerin Emiri, sen kendi kendini ayıpladın’’ dedi. Hz. Ömer buna ‘’ Yazıklar olsun sana ey Avf’ın oğlu! Ben nefsimde kabarma gördüm, o yüzden bunu yaptım, onu ayıplamak istedim’ diye cevap vermiştir.’’ Bir lider olduğu halde bunlardan bahsetmesi Hz. Ömer’in ne kadar faziletli bir insan olduğunu gösterir. Hz. Ömer yaşadığı bu zorluklardan, zorluklara katlanmayı, darlığı ve bunları yaşayan başka insanlarında halinden anlamayı öğrenmiştir. Kendisinden sonra yüzyıllar boyunca adaletiyle yâd edilen Hz. Ömer’in bu adalet duygusunu geliştirmesinde, yaşadıklarının ve yaşadıklarından öğrendikleri önemli bir yer işgal eder. Hz. Ömer Müslüman olmadan önce sadece çobanlık yaparak yaşamıyordu. “Hz. Ömer, gençliğinde Arap eşrafının meşgul oldukları yüksek işlerle vakit geçirmiştir. O zaman Araplarca şeref ve asalet icablarından sayılan işler: neseblere vukuf sahibi olmak, silah kullanmakta ustalık elde etmek, pehlivanlıkta ve hitabette kendini göstermiş olmaktı. Nesebler fenni, Hz. Ömer’in atadan babaya ihtisas sahibi olduğu bir fendi. Câhız, <> adlı kitabında Hz. Ömer ile babası Hattab ve dedesi Nüfeyl’in nesebler fenninde mütehassıs olduklarını en sarih surette beyan etmektedir. Hz. Ömer nesebler fennini babasından öğrenmiştir.” “Hz Ömer, gençliğinde pehlivanlığıyla da meşhurdu. Hz. Ömer, pehlivanlıktaki maharetini Ukaz panayırında pehlivanlarla güreşmekle göstermiştir. Belazuri, <> adlı kitabında sağlam bir rivayete istinad ederek Hz. Ömer’in Ukaz’da pehlivanlarla güreştiğini kaydetmektedir.” Câhız eserinde Hz. Ömer’in binicilikte de maharetinin herkesçe malum olduğunu söyleyerek, O’nun yerden sıçrayarak ata bindiğini ve hiç sarsılmaksızın atın üzerinde yerini aldığını kaydeder. “Bilge bir kişiydi. Dili akıcı bir şekilde kullanan, şerefini üstün tutan, mantıklı hareket eden, meselelere güçlü deliller getiren, ele aldığı konuyu tam izah eden biriydi ki bu da onun Kureyş elçisi olmaya ehil kılmıştı. Bu aynı zamanda onu kabileler nezdinde şerefli bir mevkiye getirmişti. İbnü’l Cevzi şunu söylemiştir. ‘Sefirlik Ömer (r anh)’daydı. Kureyş’le başkaları arasında bir savaş vuku bulduğunda elçi olarak onu gönderirlerdi. Onun görüşüne müracaat edilir, onun verdiği karara razı olunurdu.” Hz. Ömer ticaretle de uğraşmış ve bu sayede Mekke’nin zenginleri arasına girmiştir. Ticaret maksadıyla yaptığı seyahatler de bilgi ve tecrübesini arttırmıştır. Yazın Şam’a kışın Yemen’e ticari seferlerde bulunmuştur. Bu yüzden Mekke cahiliye toplumunda saygıdeğer bir mevkiye ulaşmıştır. Önemli hadiselerde, alınan kararlarda faal bir rol üstlenmiştir. Bunda kabilesinin şerefli tarihinin de katkısı olmuştur. Dedesi Nüfeyl b. Abduluzza, Kureyş’in anlaşmazlıklarında kendisine müracaat ettiği bir kişiydi. Bunun yanında başka bir dedesi olan Ka’b b. Lüey’in Araplar nezdinde değeri büyüktü. Hz. Ömer (r.a) Araplar arasından sahip olduğu konumu, kendi dedelerinden, Arapların tarihine dair tecrübe ve bilgisini arttırarak kazanmıştır. Bundan başka onun zekâsı ve becerileri bu hususta etkili olmuştur. Bu sebeple Araplar aralarında ki anlaşmaları çözmek için ona müracaat ederlerdi. Hz. Ömer yaşadığı toplumun gelenek ve göreneklerine bağlı olarak hayatını sürdürüyordu. İnandığı şey hususunda kendini feda etmekten çekinmeyecek bir karakter sahibiydi. İşte bu sebepledir ki Müslüman olmadan önce Hz. Peygamber’i öldürmeye varacak kadar ileri gitmiş, Müslüman olduktan sonra da bu yolda varını yoğunu ortaya koymuştur. Hz. Ömer yeni çıkmış olan dinin Mekke’nin Araplar nazarındaki değerini yok etmesinden endişe etmiştir. Çünkü Mekke’de ziyaret edilen ve saygı duyulan bir yapı vardı ve bunun sayesinde Kureyş diğer Araplar’dan hürmet görüyordu. Bu aynı zamanda Mekke’ye geçmişten gelen maddi-manevi bir miras kazandırıyordu. Bu durum Kureyş’in gelir kaynaklarının başında geliyordu. Mekke’nin ileri gelenlerinin yeni gelen bu dine karşı koymalarının sebeplerinden bir tanesi de buydu. Hz. Ömer’de dine karşı koyup, onun ve taraftarlarına düşmanlık eden bu grup içerisindeydi. Hz. Ömer bir defasında Müslüman olan bir cariyesini yorulana kadar dövmüştür. Sonunda kamçı elinden düşmüş ve artık bundan vazgeçmiştir. Hz. Ebu Bekir onun cariyesine işkence ettiğini görmüş ve ardından cariyeyi satın almıştır. Hz. Ömer (r.anh) İslam’la şereflenmeden önce cahiliye dönemini her şeyiyle yaşamıştır. Cahiliye hayatını bütün yönleriyle kavramış ve bütün gücüyle savunmuştur. Müslüman olduktan sonra da karakterinde ki bu özellik nedeniyle Müslümanlığı da çok iyi kavrayarak, İslamı çok iyi anlamıştır. Hak ile batılın, hidayetle sapıklığın, küfür ile imanın arasındakileri çok iyi fark etmiş, ‘Faruk’ sıfatını almıştır. Müslüman Oluşu Kureyş'in bazı ileri gelenleri gibi putperestliğe bağlı kalarak önceleri Hz. Peygamber'e ve İslamiyet'e karşı düşmanlık gösteren, bilhassa kabilesinden müslüman olanlara işkence yapan Ömer, bi’setin 6. yılında (6I6) müslüman oldu (İbn Sa'd, III, 269) Onun müslüman oluşuna dair kaynaklarda iki rivayet bulunmaktadır. Hemen hemen bütün kaynaklarda yer alan meşhur rivayete göre Hamza'nın İslam'ı kabulünden sonra Ömer Hz. Peygamber'i öldürmek üzere yola çıkmış, yolda karşılaştığı Nuaym b. Abdullah'tan kız kardeşi Fatıma ile kocası Said b. Zeyd'in müslüman olduğunu öğrenince onların evine gitmiştir. Onları Taha süresini okurken bulmuş, okuduklarını kendisine vermelerini istemiş, ancak bu isteği reddedilince kız kardeşini ve eniştesini dövmüş, kardeşi kendilerine Kur'an öğreten ve Ömer'den saklanan Habbab b. Eret'i de çağırarak müslüman olduklarını Ömer'in yüzüne karşı söylemiştir. Bunun üzerine yumuşayan Ömer müslüman olmaya karar vermiş, Habbab'dan Resülullah'ın Erkam b. Ebü'l-Erkam'ın evinde olduğunu öğrenip oraya gitmiş ve kendisine biat ederek müslüman olmuştur (İbn İshak, s. I60-163; İbn Hişam, 1, 343-346; İbn Sa'd, III,267-269). Diğer rivayete göre bir gece şarap içmek için içki arkadaşlarını aramış, kimseyi bulamayınca Kabe'ye gitmiş. Orada Kabe'yi önüne alan Hz. Peygamber'in Beytülmakdis'e doğru namaz kıldığını görünce Kabe'nin örtüsü altına saklanarak ona yaklaşmış, Resul-i Ekrem'in okuduğu, Kureyşliler'in Kur'an için söyledikleri, "Şairlerin, kahinlerin veya Muhammed'in uydurmasıdır" şeklindeki sözlere cevaplar veren Hakka süresinin 41- 46. ayetlerini duyunca müslüman olmaya karar vererek Hz. Peygamber'i takip etmiş, Hz. Peygamber'in, evine girmeden önce onu farkedip "Ne var ya Ömer?" diye sorması üzerine, "Allah'a, Resulüne ve onun Allah katından getirdiği şeylere iman etmeye geldim" deyince Resulullah, "Ey Ömer! Allah sana hidayet nasip etti" diyerek göğsünü sıvazlamış ve imanda sebat etmesi için ona dua etmiştir (Müsned, I, 17; İbn Hişam, I, 346-348). Bu rivayetlerden ikincisi tercihe değer görülmektedir. Hz. Ömer'in müslüman oluşunun Resul-i Ekrem'in, "Ya Rabbi! İslamiyet'i Ömer b. Hattab veya Amr b. Hişam (Ebu Cehil) ile teyit et" duasının bir tezahürü olduğu belirtilmektedir (Müsned, I, 456; İbn Hişam, I, 345; İbn Sa'd, III, 269). Hz. Ömer müslüman olduğu gece Ebu Cehil'in evine giderek İslam'ı kabul ettiğini bildirdi; ayrıca ertesi gün Cemil b. Ma'mer el-Cumahi'ye müslüman olduğunu bütün Kureyşliler'e ilan ettirdi. Onun İslamiyet'e girmesinden sonra müslümanlar ilk defa Kabe'de toplu olarak namaz kıldılar (Buhari, "Fezinlü ashabi'n-nebi", 3, 6; "Mena19- bü'l-enşar", 35; İbn Hişam, I, 342, 345. 348-350; İbn Sa'd, III, 269-270). Müslüman Olmasının İslam Davetine Etkisi Hz. Ömer’in müslüman olması Müslümanlara psikolojik açıdan güç ve kuvvet aşılamıştır. Kendilerinden emin adımlarla yürümelerine vesile olmuştur. Abdullah b. Mesud şunları söylemiştir bu hususta: “Ömer’in müslüman olması bir zaferdi. Onun hicreti bize bir yardım oldu. Bilirim ki o müslüman olmadan önce biz Kabe’de ne tavaf yapabiliyor ne de namaz kılabiliyorduk. Ömer’in müslüman olmasıyla onlarla çarpışmaya başladık ve sonunda bizi kendi halimize bırakmak zorunda kaldılar. Böylece orada namaz kılmaya başladık. Kaynaklarda Hz. Ömer’in müslüman oluşundan hicretine kadar devam edegelen hayatına dair bir bilgi bulunmamaktadır. Hz. Ömer’in Hicreti Hz. Ömer hicret ederken bunu aleni olarak yapmaktan başka bir yol düşünmedi. “İbn Abbas bu konuda şunları söylemiştir: “Ali b. Ebu Talib bana şunları anlatmıştı: Ömer dışında bütün mühacirler ancak gizli bir şekilde hicret ettiler. O hicret için hazırlandığında kılıcını kuşandı, oklarını hazırladı ve eline bir ok almış vaziyette Kabe’ye doğru gitti. Kabe’nin avlusunda Kureyş’in ileri gelenleri vardı. Kabe’yi tam yedi defa tavaf etti. Sonra da Makam-ı İbrahim’de durup hakkını vererek namazını eda etti. Sonra da orada bulunan grupları tek tek dolaşarak şunları söyledi: “Yüzler çirkinleşmiş gözüküyor, Allah, beni bu burunları koparmak zorunda bırakmasın! Kim eşini dul, evladını yetim bırakmak istiyorsa beni şu vadinin gerisinde beklesin!” Hz. Ömer yirmi Müslümanla Mekke’den ayrılarak Medine’ye hareket etti. Kaynakça 1- Fayda, Mustafa, DİA, “Ömer” c.34, s.46 2- Kazancı, Ahmet Lütfi, “Adil Halife Emirü’l Müminin Hz.Ömer” (İstanbul 2011) 3- Sallabi, Muhammed Ali, “Hz.Ömer Hayatı Şahsiyeti ve Dönemi” tercüme: Mehmet Akbaş, (İstanbul 2008) 4- Şibli, Mevlana, “Büyük İslam Tarihi Asrı Saadet” tercüme: Ömer Rıza Doğrul, c.4, (İstanbul 1978)



Ömer Faruk Deliktaş / aralık 2014. (dipnotlarla yazılmış bir yazıdır. aslı dosyalarımda mevcuttur. İslam Tarihi birinci sınıf birinci dönem makalemdir.)
FATİH’İN MÜJDELENEN ŞEHRİ
Önder Kaya’nın hazırlamış olduğu Fatih’in Müjdelenen Şehri 3 Devirde İstanbul adlı eser 2009 yılında Küre Yayınları’ndan çıkmış. Kitap toplamda 256 sayfadır. Kitaba 3 devirde İstanbul başlığının eklenmesinin sebebi kitabın 3 seriden müteşekkil olmasıdır. Serinin ilk kitabı Konstantin’in Kutsanmış Şehri ismiyle yayınlanmıştır. Önder Kaya bu seri ile İstanbul’u evvela Konstantin yönünü sonra Fatih’in Şehri İslambol yönünü ve son olarak da Cumhuriyet’in Vitrin Şehri İstanbul olarak anlatmıştır. İlk eserinde İstanbul’un Bizans yadigarları incelenme konusu yapılmıştır. Bu yazıda değerlendirmesini yapacağımız kitapta da İstanbul’un Fatih’in fethiyle başlayıp cumhuriyete kadar devam eden tarihinden, kültüründen anekdotlar yer almaktadır. Son kitap ise neredeyse bir asra yaklaşan cumhuriyet İstanbul’unu, yitirdiklerimizi ve eklediklerimizi anlatmaktadır.
Kitabın göze hoş gelen yönlerinden birisi kıymetli resimlerle, fotoğraflarla insanın gözünde o olayın, şahsiyetin veya tarihi mekanın canlandırılmasıdır. İnsanı yormayıp sıkmayacak noktalardan bir diğeride, eserde tarihi sıralama veya konu bakımından bir nizam çabasına girişilmemiş. Bir sayfada İbnü’l Emin Mahmud Kemal İnal’dan bahsederken ertesi sayfayı çevirdiğinizde mezar taşının resmi ile beraber ‘Karı Dırdırından Ölen İstanbullu’ başlığını görebiliyorsunuz.
Kitabın ilk cümleside İstanbul’un asıl sahiblerinden Fatih’e ait:
Feth-i İstanbula fırsat bulmadılar evvelün
Feth idüb Sultan Muhammed didi tarih ahirûn
Kitabı benim nazarımda diğer İstanbul kitaplarından ayıran taraflardan birisi de İstanbul’un bütün tarihini, tarihi hadiseleri ve olayları ben yazmalıyım hepsi bu kitapta olmalı gibi bir gayret peşinde yazılmamış.
            Dersaadet ile ilgili yazılan kitapların çoğu sadece anlattığı özneye yoğunlaşıp çerçeveyi unutmakta. Fakat Önder Kaya’nın İstanbul ile ilgili hazırlamış olduğu eserlerin genelinde özneyi çizen dairedeki mevzular atlanılmadan anlatılmış. Bir misal vermek gerekirse 76. Sahifede “İstanbullu Bir İmparatorluk Seyyahı Evliya Çelebi” başlıklı yazıda güzel bir üslupla Evliya Çelebi’den bahsedildikten sonra onun babası ve dedesinin çok mühim şahsiyetler olduğunu dedesi Yavuzer Sinan Bey’in Unkapanı’ndaki camii yaptırdığını ve Fatih’in sancaktarı olduğu da yazı içerisinde anlatılmış. Çelebi’mizin İstanbul hakkında seyahatnameye yazdıkları hakkında da küçük sevimli bahisler açılmış.
            Sahife 122’de ‘Üsküdar’da Ata Adanmış Bir Mezar’ başlıklı yazıda kültürümüzde hayvanların tuttuğu yer genelinde kediler özeline inmiş ve Merkez Efendi’nin kedilere duyduğu alakadan Kaşgarlı Mahmud’un Divan-ı Lügat’ıt Türk adlı eserinde atlardan nasıl bahsedildiğine, Dede Korkut’un hikayelerinin kahramanlarından Bamsı Beyrek’in atı ile konuşurken ‘at demezem sana gardaş derim, hatta gardaşımdan yeğ’ sözüne kadar geniş bir çerçeve çizdikten sonra at üzerinde sabit kalmış. Kanuni zamanında at satışının yasaklanması, Rumeli Fatihi Süleyman Çelebi’nin Bolayır’daki türbesinde lalası ve atıyla beraber aynı çatı altında yatmasına kadar bahsolunmuş. Ve bu genel çerçeveden özele yani Genç Osman’ın meşhur atı ‘Sisli Kır’a ölümünün ardından Kavak Sarayı’nda özel bir mezar yaptırmasına… Hatta Genç Osman atına o kadar tutkunmuş ki mezarı başına bir kitabe dahi koydurmuş. Mezar taşının sonraki ahvalide anlatılmakta. Hüseyin Ayvansarayi’nin Kavak Sarayı içinde gördüğünü söylediği mezar taşı Üsküdar’da bir evin bahçesinden çıkmış. Ve bu hali ile mezar taşını ilk gören kişi Necib Asım Bey doğrudan İbrahim Hakkı Konyalı’yı haberdar etmiş. Adrese giden Konyalı bu mezar taşını Harem İskelesi üzerinde Selimiye Tekkesi yakınında görmüş. Mezar taşı evin bahçe duvarına yaslanmış bir şekilde durmakta imiş. Tarih-i Osmani Encümeni Mecmuası’nda basılan bi fotoğraf var fakat silik olarak çıktığından bir şey okunmadığını yazıyor Önder Kaya. Bu nadide örneğinde sadece bir zamanlar var olduğunu ama yitirdiklerimiz arasına eklendiğini hüzünle okuyoruz.
            Sisli Kır’ın ardından, Ayvazovski, Olimpiyatlardaki ilk İstanbullu, başkent İstanbul’da basılan ilk gazete, Kitap kurdu Ali Emiri Efendi, Pierre Loti, İstanbul’da idam edilen iki patrik, Kılıç Alayı gibi ve aralarda daha birçok yazı başlıklarıyla kitap akıcı bir şekilde devam ediyor.
            Son başlığa ayrılan konu ismi de manidardır ki, ‘İstanbul’a veda ederken: Ayrılık Çeşmesi… İbrahim Ağa Çayırı’nın biricik çeşmesi. Hacıların kabe toprağı sayılan mekandan içtikleri ilk suyun menbaı… Ve uhrevi bir ortam. Hemen yanında Ayrılık Çeşme mezarlığıda bulunmakta. Çeşmenin şu anki ahvalide gözardı edilmeden hem yazılmış hemde fotoğraflarla kötü vaziyeti bildirilmiş. Ve bizlerde bu yazımızı tıpkı müellif Önder Kaya’nın kitabına nihayet vermesi gibi aynı nükte ile nihayete erdirelim.
“Sultan Abdülaziz’in saltanatı devresinde Osmanlı hazinesinde baş gösteren sıkıntı karşısında sadrazam Keçecizade Fuat Paşa, saraylarda bulunan bazı altın eşyanın eritilmek amacıyla darphaneye gönderilmesi yönünde bir karar alır. Bu karar padişahın kulağına gelince durumdan fevkalade rahatsız olan Sultan , Fuat Paşa huzurunda iken “Paşa! Demek artık saraylıların su içtikleri altın tasları da çok görüyorsun” demiş ve Fuat Paşa’dan bunun karşılığında şu cevabı almıştı: “Padişahım, yarın Allah muhafaza buraya düşman girince bizler efendimizin atının üzengisine sarılarak Konya ovasının yolunu tuttuğumuz zaman, hanım sultanlar o altın taslarla Ayrılık Çeşmesi’nden su mu içecekler?”
Kitabın kaynakça kısmında da hangi bölümde hangi kitaplar kullanılıp hangi kitaplardan faydalanıldığı muntazam bir surette dizilmiştir.



                                        



                       ÖMER FARUK DELİKTAŞ       aralık/2014

HÜVE’L BAKİ KİTAP DEĞERLENDİRMESİ

Hans Peter Laqueur, Hüve’l Baki, İstanbul’da Osmanlı Mezarlıkları ve Mezar Taşları,  Çev.Selahattin Dilidüzgün, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 289 sayfa, 1996.
Ömer Faruk Deliktaş, 29 Mayıs Üniversitesi, Tarih 1.Sınıf Öğrencisi
Kitap, Osmanische Friedhöfe und Grabsteine in Istanbul ismiyle 1993 senesinde Almanya’da Almanca olarak yayınlanmıştır.
Kitabın ana konusu Osmanlı mezarlıkları ve mezar taşları genelinde, İstanbul’da bulunan mezarlıkları ve mezar taşı çeşitlerini incelemektedir. Bu incelemelerde resim materyalini de kullanmış ve bu resimleri toplu bir şekilde kitabın son kısmına eklemiştir.
Hüve’l Baki isimli bu eser alanında yapılmış ilk akademik kitap çalışmasıdır. Her biri birer tarih hazinesi olan mezar taşlarını baz alarak 1993 senesi böyle bir çalışmanın yapılması, çeşitli mezarlıklardan bazı mezar taşlarının resimlerinin çekilip o mezarlıkla ilgili bilgiler sunması çok önemlidir. Çünkü kitabın yazıldığı zaman var olan fakat günümüze ulaşamayan birçok mezarlık ve mezar taşları vardır.
            Evvela Hüve’l Baki ne demektir onu açıklayalım. Maalesef kitapta ne demek olduğu üzerinde hiçbir bahis açılmamış. Hu kelimesi, Türkçede ‘O’ manasına gelmektedir. 
“Sufilere  göre zikrin en faziletlisi Allah’ı bir şey isteme anlamı taşımayan bir ifadeyle anmaktır. Bundan dolayı talep mânası taşımayan ve Allah’ın zâtî ismi olan hû en faziletli zikir telakki edilmiştir. Hz. Ali’nin çok defa “yâ hû, yâ men hû, lâ ilâhe illâ hû” diye zikrettiği, kendisine bunun sebebi sorulduğunda “hû”nun ism-i a‘zam olduğunu söylediği rivayet edilir.”[1]
Baki kelimesi ise fani kelimesinin zıddıdır. Yani daima kalıcı ve yok olmayan demektir. Ölümsüz ve ebedi olan yalnızca O’dur manasına gelmektedir.
“Nasîbin baş ucunda bir hüve’l-bâkili mermermiş / Senin artık mekânın servilik altında bir yermiş”
            Kitap, 11 bölümden oluşmaktadır. Ekler bölümünde ise sırasıyla Resimler, hazireler ve başlıklarına göre mezar taşı kayıtları vardır. Resimler metne yardımcı olabilmesi için konulmuştur.
Kitap genel itibariyle İstanbul mezarları ve mezarlıkları ağırlıklı olmak üzere Bosna’dan, Anadolu coğrafyasına kadar gerek dipnotlarda gerekse asıl metinde ara ara bahislerle sürmüştür. Mezarlıklar üzerinden bir tarih yorumunun peşinde giden müellif, asırlara göre mezar taşlarının gelişimini veya değişimini güzel bir şekilde yansıtmaya çalışmıştır. Metinde bahsedilen mezar taşlarının bazılarının resimlerinin kitabın en arkasında yer alması kitaba görsellik katmış. Bir diğer cihetten de kitabın yazıldığı tarihten bu yana belki de yüzlerce binlerce mezar taşımız hatta bazı mezarlıklarımız kaybolmuş durumdadır. Bu kitap onların da geçmişteki durumlarını okuma imkanı sunmaktadır.
            Birinci bölüm giriş mahiyetinde hazırlanmış. Mezar kültüründen ve çeşitli coğrafyalarda ölüm ritüellerinden bahsolunmuş. Orta Asya, Balkanlar, İran coğrafyası ve tabi ki Osmanlı coğrafyasından kısa kısa kesitler görmekteyiz. Ve antropomorfik (insan biçimli) kavramının üzerinde durulmuştur.
5. sayfada şu ifadeler yazılıdır: “Osmanlıların kavuklu erkek mezar taşlarının antropomorfik olduğu kesindir. Kadın mezar taşlarının en yaygın olanlarından biri için de benzer bir yorum yapılır: Bu taşların üst bölümünde eski Türk baş örtüsü geleneğinin stilize olarak canlandırıldığı öne sürülür… Akla yakın görünen bu yorum için yeterli kanıt henüz bulunmamaktadır.” İfadeler görüldüğü üzere sürekli muğlaklık taşımaktadır. Hem de büyük bir tezad mevcuttur. Hem kesindir gibi ifadeler sarf edip hem de kesin olduğunu veya öne sürüldüğünü ifade ettiği durumlar için yeterli kanıt yoktur demektedir.
            İkinci bölümde ‘Büyük Mezarlıklar’ başlığı altında Üsküdar mezarlıklarına değinilmiş. Tabi Karacaahmed Mezarlığı ana konu olarak belirlenmiş. Hans Peter Karacaahmed Mezarlığı için “İstanbul’un en büyük, en çok anlatılan ve resmi yapılan mezarlığıdır.” demektedir. Burada kimlerin medfun olduğundan, kaç bölüme ayrıldığına ve çeşitli rivayetlere kadar birçok mevzuya değinilmiştir. Sur dışındaki mezarlıklardan da Kazlıçeşme, Merkezefendi, Silivrikapı, Edirnekapı, müslüman mezarlıklarından daha sonrasında da Yahudi ve Ermeni mezarlıklarından bahsedilmiş. Eyüp semti mezarlıklar sahası olarak çok zengin bir sahadır. Camii Kebir Caddesi’nde bulunan mezarlıklar olarak bir liste yapılmış ve mezar taşlarının hangi tarihler arasında, yani en eskisi ile en yeni mezar taşının tarihini ilgili bölüme eklemiştir.
Haliç’in kuzey kıyısı ve Beyoğlu başlığı altında ise Okmeydanı, Zincirlikuyu, Galata, Beyoğlu müslüman mezarlıkları ve bunların haricinde o mahallerde bulunan Yahudi ve Ermeni mezarlıklarını anlatılmış. Ve şahsi mezar taşları üzerinden tarih yorumlamalarına gayret gösterilmiştir.
Müellifin İslam’a dair vukufiyetinin pek az olduğunu bu metin bize göstermektedir. Dolayısıyla bu durum bazı meselelerin geleneksel bakış açılarına ve İslam’daki yerine de eksik veya yanlış yerden bakmasına sebep olmuştur. Mesela sıkça mevzubahs edilen cümle olması itibariyle dillendiriyorum:  Müslüman mezarlıkları ile Hristiyan mezarlıklarını karşılaştırmış ve ikisi de şehrin dışına insanlardan uzak yerlere kurulan mezarlıklardır demiş. Kitabın ilk sayfalarının konusu genel itibariyle bunlardan bahsedip örnekler verilmekte lakin yazar 14.sayfadaki hazireler bahsini ele alarak yerleşim yerleri içindeki hazirelerin öneminden varlığından bahsedilmiş.
            Kitapta çok fazla ihtimaller üzere cümle kurulmuş. Yani olmasa bile olabilir şeklinde epeyce cümle var ve bu da müellifin eserinin ağırlığını, makalelerin ağırlığını azaltmış veya aksi bir niyet mi var dedirtmekte. Tekrar vurgulamak gerekir ki ihtimaller genelde İslami meselelere ait.
            Sayfa 27’de “surların dışında kalan kentin yedinci tepesindeki yamaçlar…” bu ifadenin yanlışlığı hepimizce malumdur. Yedi tepeli İstanbul’un bütün tepeleri sur içindedir. Eğer öyle olmasaydı Çamlıca’yı da tepeden saymamamız için bir nedenimiz kalmazdı. Sur dışında bir tepemiz yoktur.
            Dış semtlerdeki mezarlıkları anlatan yazısında; Boğaziçi, Avrupa ve Anadolu yakasındaki mezarlıklar olarak ayrı ayrı misallerle anlatmış.
            Üçüncü bölüm hazirelere çok kısa değinmiş. Hazire; camii, mescid veya tekkelerin kenarlarında bulunan küçük çaplı mezarlıklara verilen isimlerdir.
            19. yüzyılda İstanbul Mezarlık Geleneklerinin Değişimi başlığı altında dördüncü bölüme kapı aralayan müellif bu kısımda Osmanlı’nın son zamanlarda yaşadığı tebeddülatın mezarlar ve hazirelerle ilgili olan bölümlerini açıklamış. Bu bölümde dikkat çeken mevzu ise 19.yüzyılın ortalarına kadar selatin camilerinin birkaç istisna dışında hazirelerinin olmaması.
            Beşinci bölümde batı mezarlıklarına bir nebze değinerek Batı ve Doğu kıyaslaması yapılmış ve ölüm ritüellerinin farklılıklarına göre çeşitli bölgelerdeki adetlerden örnekler verilmiştir.  Akademik olarak hiçbir kıymeti olmayan ifadelerden birine -ki kitabın birçok yerinde sık sık kullanılmıştır- bir misal teşkil etmesi açısından sayfa 73’te üçüncü dipnotta “son yıllarda İstanbul’da ölü yakılmasından yana olanların sayısı giderek artmaktadır.” gibi genel geçer ifadelere rastlamaktayız.
            Kaynak kullanım açısından batı menşeli bir kitap yazımı olmuştur. Yani batı kaynakları taranarak yazılmıştır. Çok az olarak da Türk müellif ve araştırmacılara atıf yapılmıştır. Gazete haberlerinin kullanıldığı yerler mevcuttur. Kaynak açısından zengin bir çalışmadır diyebiliriz.
            Altıncı bölümde mezar kitabelerinin temel ögelerini anlatılmıştır.
            “Erich Prokosh, Kraelitz’in belge terminolojisinden yararlanarak mezar taşı yazılarının temel ögelerini çözümleyebilmek için ilk kez bir ayrım geliştirmiştir. Sözü edilen temel ögeler şunlardır:
1.Yakarış 2.Dua 3.Kimlik 4.Dua isteme 5.Tarih”
Bu ayrımı baz alacağını ve doğru bir ayrım olduğunu belirttikten sonra ilerleyen sayfalarda ayrımın teferruatına inip maddeleri işlerken aslında ne kadar da çok istisnasını olduğunu kendisi ifade ediyor. Ve bu kadar çok istisnasının görülebileceği bir ayrım kolay kolay kabul edilemez.
            Müellif kitabının birçok kısmında istisnaların bulunduğunu sık sık dile getirmiş. Mesela 85. Sayfada kimlik bölümünde yersiz bir tenkidde bulunuyor:
Ah ile zar kılarak tazeliğime doymadım
Çün ecel peymanesi dolmuş murad almadım
Hasreten fani cihanından tul-i ömr sürmedim
Fırkaten takdir bu imiş ta ezelden bilmedim
Merhum ve mağfur el-muhtac
İla rahmeti rebbihi’l gafur
Sene 1192
“Bunlarla dolan yazı alanında “gafur”u izlemesi gereken ölenin adına yer kalmamıştır. Bu örnekte şaşırtıcı olan, bu taşın üzerine işlenen hattın ortalamanın çok üzerinde bir kalitede olmasıdır. Oysa bu tür hatalar ve ihmaller ancak basit ve sanat kaygısı güdülmeyen mezar taşlarında vardır.” Yorum niteliğindeki bu cümlelere baktığımızda aslında ne kadar yersiz bir yorumda bulunulduğunu mantıken dahi anlayabiliriz. İsimlerini mezar taşlarına yazdırmamayı ihtiyaren seçmiştir öyle arzu etmiş ve isminin geçmesini istememiştir kabir sahibi. Buna kalkıp da hata ve ihmal demenin hiçbir manası yoktur.
            Bir diğer ihtilaflı bölüme gelirsek; sahife 90’da seyyide ve şerife kelimelerinin Peygamber soyundan gelenler için kullanıldığını söylüyor. Daha sonrasında kurduğu cümleyi aynen alıyoruz: “Bu iki terimin hem kadına hem de erkeğe özgü biçimleri vardır ama uygulamada cinsiyet ayrımı yapıldığı göze çarpmaktadır. Çünkü 136 kadında şerife, 5 erkekte şerif kullanılmışken, 234 erkekte Seyyid, 4 kadında da seyyide kullanılmıştır.”  Bu yazılanlar ile cinsiyet ayrımı arasında nasıl bir bağlantı olabilir? Er Kişi seyyidse Seyyid denilir, hanımsa seyyide, burada nasıl cinsiyet ayrımı yapılabilir? Neden daha fazla kadın doğmadı da neden seyyidlerle seyyidelerin sayıları eşitlenmedi gibi bir mantık ne kadar doğrudur? Bunların çeşitli ihtimalleri de vardır. Mesela o mezar taşları günümüze ulaşamayan yok olan binlerce mezar taşlarının arasında olabilir. Ya da gerçekten o kadar şerife kadın ve o kadar Seyyid erkek olabilir.
            Biyografik bilgiler kısmında da Kethüdazade Aile Mezarlığı ile Halil Hamid Paşazade Mezarlığı’nın incelemesi yapılmıştır. Şecereleri çıkartılmış ve hizmetkârlarının mezar taşlarına kadar tespiti yapılmıştır. Kişinin meslekleri, ölüm nedenleri gibi durumlarda incelemeye alınıp etraflıca bir makale oluşturulmuştur. Şematik planın ve mezar taşlarından şecerelerin çıkartılması ileriki yıllarda gerçekleşebilme ihtimali olan herhangi bir durumdan bu mezar taşlarını korumuştur.
            Sekizinci bölüm olan Mezar Taşları Süsleme bölümünde süs motiflerinden, motiflerin hangi manalara geldiklerinden kısaca örnekler verilmiştir.
            Dokuzuncu bölüm olan Başlıklar bölümü kitabın en dolu bölümlerindendir. Mezartaşlarının başlıkları anlatılırken çizimlerinin de bulunması metni daha anlaşılır kılmıştır. Hangi başlığın hangi meslek dalından insanlara ait olduğu sorusunun cevabını kolaylıkla bulabileceğimiz bir bölüm.
            Onuncu bölümde; Derviş Mezarları başlığı kullanılmış ve çok  dar kapsamda bilgi sunulmuş.  Müellifin ifadesiyle bu yazıdan dervişin hangi tarikata ait olduğunu anlamamız mümkün gözükmüyor.
            On birinci bölüm; Osmanlı mezar taşlarının tarih kaynağı olarak nasıl değerlendirebileceğini ele almış ve bu minvalde birkaç örnek verilmiş.  Son olarak da mezar taşlarının nasıl yarınlara bırakılabileceği yönünde tavsiyeler de bulunmuş.
            Bir sonraki bölüm resimler ve Ekler bölümünde de hazirelerin isimlerini yazmıştır. Ek 2 kısmında ise başlık çeşitlerine göre hangi tür başlığın örneklerinin nerelerde olduğunu şahıs olarak ve mezarlık ismiyle numaralarıyla teferruatlıca yazmıştır.
            Hüve’l Baki isimli eser daha çok akademik olarak çalışma yapacaklara yönelik olsa da normal kitlenin de istifade edebileceği bir eser. Dil itibariyle de akademiye hitap eder mahiyete sahiptir.

Ömer Faruk Deliktaş / Nisan 2015



[1] DİA, Hu, c.18, s.261