14 Eylül 2015 Pazartesi

HAYREDDİN TOKADÎ HAZRETLERİ
Yollar insanı nereye sürükler bilinmez. Maksudu ne ise ona vasıl olur aslında insan. Bizim de niyetimiz yol üzerindeki Allah dostlarına vefa borcumuzu ödemek, ruhaniyetlerinden feyz alabilmek, niyazlar edip huzurlarına sığınmaktı. İstanbul’dan giderken ve dönerken Abant Kavşağı’na çok yakın bir noktada bir tabela İstanbul’dan Anadolu’ya seyahat eden herkesin gözüne muhakkak çarpmıştır. O tabelada ismi yazılan zat-ı muhteremin davetini aldıysanız yolunuz oraya düşer almadıysanız kimdir aceb bu Hayreddin Tokadî (ks) der ve geçersiniz…
            Bu yoldan her geçişimde bu tabelayı kollardım, lakin hep iyice yaklaşınca görür ve o hızla girmenin imkansızlığıyla nasip bir daha ki sefere imiş der boyun bükerdim. Şükür ki daveti nihayetinde aldık ve huzuruna doğru yola girdik. Abant kavşağına çok yakın yerdeki tabeladan içeri girip yaklaşık 3 km boyunca türbesine doğru ilerliyorsunuz. Araba ormanın içine ve ıssız yerlere doğru ilerleyince acaba yanlış yolda mıyız geri mi dönsek diyen nefsinizin sesine aldırmadan yola devam edin…
            Tabelalarla huzuruna yaklaştık, aracımızı durdurduk. Ve bizi karşılayan taç kapıda yazılı “EDEB YA HU” desturuyla ilerliyoruz. Ağaçlar arasında cıvıldayan kuşların sesine bir süre sonra dağdan gelen su sesleri eklenince bu saklı kalmış cennete kavuşmanın, Allah dostunun ziyaretine gidiyor olmanın huzuruyla doluyor vücudumuz. Ayrı bir iklim var burada… Bir süre sonra ağaçlar arasında beliren iki tane ahşap bina, ve büyükçe çeşme bizleri karşılamakta. Küçük bir minaresi olan yapıya, doğru yöneldiğimizde Hayreddin Tokadî hazretleri’ne ait olan yeşil şebekeyi ve diğer mezar taşlarını görüyoruz. Bu yeşil şebekenin içinde halefleri; 1976’da vefat eden Sürmeli Hacı Muhyiddin Palazoğlu Efendi ve 2008’de rahmeti Rahman’a kavuşan Sürmeli Hacı Ahmed Palazoğlu Efendi’nin kabirleri de bulunmakta.
Bizleri huzurla, huzuruna davet eden, bu mekan ve manevi atmosferle müşerref kılan Allah’ımıza ve O’nun dostu Hayreddin Tokadî’ye niyazımızı ederken, Hayreddin Tokadî kimdir sorumuza cevap arayalım.
Hayreddin Tokadî
Hayatı hakkında çok mahdud bilgilere sahip olduğumuz Hayreddin Efendi hazretleriyle ilgili yazılan pek çok bilgide kusurludur. Lemezat müellifi Cemaleddin Hulvi ve Sefine-i Evliya müellifi Hüseyin Vassaf Efendi hazretleri Hayreddin Tokadî’yi aynı isimli bir başka Halveti şeyhi ile karıştırdığından elimizdeki sahih bilgi azdır.
            Hayreddin Tokadî, Şeyh Cemaleddin Aksarayî hazretlerinin halifesidir. Kendisine Amasya’da biat etmiş ve efendisiyle beraber İstanbul’a Koca Mustafa Paşa dergahına gelmiştir. Şeyh Cemaleddin Efendi’den sonra Halveti tarikatının 28. Halkasını temsil eder. Şeyh Cemaleddin Efendi’den hilafet alan Hayreddin Tokadî, Pirdaşı Sünbül Sinan Efendi hazretlerinin postnişini olduğu Koca Mustafa Paşa Dergahı’nda bir süre daha hizmet ettikten sonra Bolu’da irşad ile vazifelendirilerek Elmalık Köyü civarına yerleşmiş tekkesini kurmuştur.
            Hz. Şeyh, Bolu ve Düzce’de uzun yıllar irşadına devam etmiş, cehri zikir olarak yaptırdığı devranlara katılanlar vecde gelerek cezbelerle kendilerini Allah’ta kaybetmişlerdir. İstanbul’da medreselerde eğitimini tamamlayıp icazetnamesini alan Şaban-ı Veli bir gece rüyasında memleketi Kastamonu’ya dönmesi hitabını işitti. Bu hitaba uymak için yola revan olduğunda Bolu mevkiine geldiğinde namını İstanbul’dan duyduğu Hayreddin Tokadî hazretlerini de ziyaret etmek için 1519’da dergahına vardı. Ve bu feyzin menbaına biat ederek maddi ve manevi herşeyini Şeyh Hayreddin hazretlerine teslim ederek tam 12 sene onun hizmetinde bulunup seyrü sülukunu tamamladı. 1530-31 tarihlerinde de şeyhi tarafından Kastamonu civarını irşad ile vazifelendirilince memleketinden bütün bir Anadolu coğrafyasına mürşidler yetiştirdi büyük hizmetler yaptı. Şeyh Şaban-ı Veli ile birlikte başka halifeler de yetiştirmiş ve mirası devralan halifeleri, Anadolu’ya Şeyh Hayreddin Tokadî hazretlerinin nefesini üfleyip irşada devam etmişlerdir. Bunun yanı sıra  Konrapalı Muslihiddin ve Mahmud Kürevi gibi çok kıymetli halifeler yetiştirmiştir.
            Seyyid Osman Hulusi Efendi hazretleri de Şeyh Hayreddin Tokadî için şu dörtlüğü zikretmişler:
Ey şeyh-i şüyûh pîr-i Halvetî
 Cenâb-ı Hayreddîn-i Tokâdî
Perde-i hafâda bunda kurdu Celvetî
Kaddesa’llâhü sırrahü’l-Hâdî
            Vefat tarihi de tıpkı doğum tarihi gibi net olmayan Hayreddin Tokadî hazretlerinin 1530 yılından sonra vefat etmiş olduğu kabul edilmektedir.
Bu Yazıdan maksat, yolu düşenlerin bu menzile uğramaları değil, özellikle buraya yollarını düşürüp Allah’ın nuruyla nurlanan bu büyük veliye dualar edip Rabb Teala’dan afvü mağfiret dilenmektir.


                                                   ÖMER FARUK DELİKTAŞ

4 Temmuz 2015 Cumartesi

Osman Bakar, Gelenek ve Bilim, İslam’da Bilim Tarihi ve Felsefesi Üzerine, İstanbul, Gelenek Yayınları 2003, Mütercim: Ercüment Asil, 198 sayfa

Değerlendiren: Ömer Faruk Deliktaş

                                                                   Gelenek ve Bilim
Türkçe'ye tercüme edilen tek eseri olarak tespit ettiğimiz 'Gelenek ve Bilim' adlı kitap, yazarın yedi yıllık bir süre içerisinde farklı ülkelerde sunulan tebliğleri ve çeşitli bilimsel dergilerde yayınlanmış makaleleri ya da kitap bölümlerinin bir araya getirilmesinden oluşmuştur. Kitabın orijinali 'Tawhid and Science' başlığı ile İngilizce olarak Kuala Lumpur'da 1991 yılında yayımlanmıştır.
Kitap genel itibariyle İslami bilimlerin tarihi ve felsefesinin farklı yönlerini mevzubahs etmektedir. 11 farklı makale ve en sonda da Ek bölümünden oluşan kitabımız 198 sayfadan ibarettir. İslam bilimlerini ve felsefesesini incelerken evvela İslam bilimini farklı açılardan incelemiş ve sonrasında gelenekle bağdaştırarak değerlendirmelerini, tenkidlerini, tavsiyelerini sıralamıştır. Eserde üzerinde durulan kişilerden biri de İslam filozufu Seyyid Hüseyin Nasr’dır. Hemen hemen her makalede kendisinin ismi kullanılmış eserlerinden ve fikirlerinden istifade edilerek ön plana çıkartılmıştır.
Birinci bölümde İslam dininin tevhide bağlılığından ve bunun bilim ile bağdaştırılması gerektiğinden bahsedilmiştir. Ayrıca nesnellik üzerinde de durulmuş bu konuda; “nesnellik anlayışı dini şuurdur ve dinin ruhaniyetinden ayrı olarak düşünülemez.” Sözleriyle makaleye son verilmiştir.
İkinci bölümümüz İslami Bilimde Metodoloji Sorunu ismini taşımaktadır. Günümüzde yeni dallanan ilimler var. Ve bu ilimlerde Müslümanlar metodoloji sorunu yaşamaktadırlar. Ve bunu halledemeyince de İslam ile tezadlığı tartışılmakta ve daha ileri aşamada da bu ilim faydasızdır denilerek faydalarından yoksun kalınmakta. Ayrıca sadece bununla da kalınmayarak “Müslümanların geliştirdiği hiçbir bilim tam anlamıyla İslami olduğunu iddia edemez.” Gibi çarpıcı cümlelerle aslında bizlerin geliştirdiğimiz hiçbirşeyin metodolojisini öncellemediğimizi kastetmektedir. Ve bu da birçok problemleri beraberinde getirmektedir. Bu bölümde işlenen mesele de budur.
Üçüncü bölümde Gazali’nin hayatında ve düşüncesinde şüphenin önemini tartışılmakta.
Dördüncü bölümümüzde modern öncesi bilimler ve modern bilimler diye tasnif yapılmış ve bu tasnife ‘manevi bilgi’de eklenmiştir. Müellif tevhid bilgisi kavramıyla manevi bilgi kavramını birbirne eş tutmakta ve değerlendirmelerini de onun üzerinden yapmaktadır. İbn Sina’nın dikkat çekici bir sözünü metne almıştır: “Sadece dünyanın bilgisini ilahi ilkenin bilgisine bağlayan bilim gerçek bilimdir.”
Bakar, bilimin ispat metodları olan mantık, deney ve gözlemin bu bilimdeki karşılıklarını şöyle değerlendirir. "Bugün modern bilimde öne çıkan gözlem, deney ve delillerle ispat gibi metotlar, acaba geleneksel İslamî bilimde kullanılmış mıdır?" şeklinde sorulabilecek bir sorunun cevabı Bakar'ın tespitlerine göre "Evet" olacaktır. Bakar, mantıkla ilgili olarak bilimsel ispat, delillerle ispat anlamında kullanılan 'el-burhan' terimine ve bu terimin aynı zamanda Kur'an'ın bir ismi olmasına dikkat çeker. (s. 19)
Altıncı bölümde ‘İslam Tıp Felsefesine Giriş’ ismiyle başlık attığı makalesinde şu cümleleri sarf ederek tıbbın İslamda ne derece mühim rol oynadığını anlatmıştır. “Müslümanların geliştirdiği tüm pratik bilimlerin ve sanatların hiçbirine tıp kadar asil ve saygın bir yer verilmemiştir.”(s.86) Makalesinde tıbbı ikiye ayırarak ve başlıklara inerek açıklamıştır. Müslüman hekimler tıp bilimini teorik ve pratik olarak iki ana parçaya ayırırlar.
Kitabın sekizinci bölümü, matematik tarihinde önemli bir sorunu oluşturan Öklid'in paraleller teorisine Ömer Hayyam (ö. 1131) 'ın getirdiği eleştiri bahsine ayrılmıştır.
Dokuzuncu bölümde Osman Bakar, aynı zamanda sembolik ve tefekkürî tabiat telakkilerine ait metinlerin tercüme edilmediğini ve dolayısıyla Batı'nın bunları bilmediğini, beşinci ya da altıncı yüzyılda Dionysius ve dokuzuncu yüzyılda Johannes Scotus Erigena (ö. 877) tarafından ortaya konan sembolik tabiat görüşlerinin Hıristiyanlık kaynaklı olduğunu söyler. (s. 107-108) ilginç bilgilerden biri de bu bölümdedir. 12. Yüzyılda diyet üzerine yazılmış ilk ilmi çalışma Endülüslü hekim Ebu Mervan İbn Zuhur tarafından Kitabu’l Ağdiya ismiyle yazılmıştır demektedir.
Kitabın onuncu bölümünde Bakar modern bilimi şu şekilde tanımlamaktadır. "Batılı bilim adamlarının ve filozofların on yedinci yüzyıldan beri teknolojik alandaki pratik uygulamaların tümü de dahil olmak üzere geliştirdikleri Doğayı çalışma modeli." (s. 154)
Modern bilime yöneltilen eleştirilerin temellendirilmesini ise on birinci bölümde yapmaktadır. Muhammed Hüseyin Heykel’den Muhammed Abduh, Reşid Rıza, Cemaleddin Afgani’ye kadar birçok ismin modern bilim konusundaki görüşlerini de bu bölümde değerlendirmiştir.

Kitap farklı makalelerin bir araya getirilmesiyle oluşturulduğu için kitapta kullanılan kavramlar daha da açılmamış ve muğlak kalan birçok terim ve kavram kullanılmıştır. Bir bütünlük yoktur. 

27 Mayıs 2015 Çarşamba

Ömer Faruk Deliktaş. Tarih/1.Sınıf
Mısırın Sömürgeleştirilmesi

Timothy Mitchell’in 1988’de yazmış olduğu ve dilimize 2001 senesinde Zeynep Altok tarafından çevrilen Mısırın Sömürgeleştirilmesi isimli eser İletişim Yayınları tarafından yayınlanmıştır.
Kitap gayet mantıklı bir soru ile başlayıp kendisine okuyucuyu çekiyor. 19. Yüzyılın Mısır’ına ilişkin bir kitap 21. Yüzyılın Türk okuruna ne verebilir?  
1830 senesinde Mehmet Ali Paşa Kahire’de köylülerin yetiştirecekleri ürünleri ne şekilde yetiştireceklerini mülkiyet istihdam ve vergi biçimlerini modernize etti. Daha sonrasında Mısır’da Panoptikon’un[1] kurucusu Jeremy Bentham’ın asistanı Bowring müsteşar olarak atandı. Ve Mehmet Ali Paşa’ya Panoptikonu uygulamasını tavsiye etti. Panoptikon odaları ya da hücreleri merkezdeki gözlem kulesinin etrafına halka şeklinde yerleştirilmişti. Bu odalar dışarıdan öyle bir biçimde aydınlatılıyordu ki odalardaki herkes izlendiklerinin farkına varmadan kuledeki gözlemci tarafından sürekli gözlemlenebiliyorlardı. Jeremy Bentham Panoptikonun dayandığı temel ilkeyi Rusya’nın 1768-74’de Osmanlı güçlerini yendikten sonra kolonize ettiği topraklarda kurulan atölyelerde bu ilkeyi uygulayan kardeşi Samuel’den öğrenmişti. Mehmet Ali Paşa reisliğinde Kahire yeni bir ordu kurmuş ve bu ordu sayesinde İstanbul’un otoritesine meydan okuyabilmiş güneyde Arabistan ile Sudan’dan, kuzeyde Yunanistan ile Girit’e daha sonrada Filistin ile Suriye’ye uzanan bir imparatorluk kurmuştur.
“Okul eğitimi, ülkedeki her genci çalışkan ve itaatkar bir siyasi özneye dönüştürmenin bir yolu olarak görülüyordu. Siyasi düzen, aralıklı olarak baskı uygulanması yoluyla değil, sürekli eğitim, teftiş ve denetimle sağlanabilirdi.” Bu cümlelerden modern devlet veya diğer manayla tanrı devlet ilişkisinin ne düzeyde olduğunu görebiliriz.
Kitapta şu ifadeler geçmektedir: “Örneğin 19. Yüzyılın ilk yarısında Mısır’da yapılan askeri reformlar, eli silahlı grupları insan yapısı bir makineye dönüştürdü. Eski ordular birden aylak ve atıl adamlardan oluşan şekilsiz yığınlar gibi görülmeye başlanmıştı. Yeni ordu ise iki boyutlu olarak algılanıyordu. Hem tek te askerlerden hem de bu askerlerin içinde yer aldığı makineden oluşuyordu.” Bu da Mısır’ın ordusunun Osmanlı ordusu gibi bir durumla karşı karşıya kaldığını bizlere göstermektedir. Yani Nizam-ı Cedit ve Yeniçeriler arasındaki ölüm kalım savaşı gibi.
Ve Avrupalıların şark merakını gidermek için 19. Yüzyılda Avrupa’da çok büyük sergiler kurulmaya başlanıyor. Buradaki en dikkat çekici nokta ise yapay olandaki gerçeklik. “1889 Paris Sergisi’ndeki meşhur Rue de Caire’de Mısır’ın başkentinin sokaklarından biri aynen inşa edilmiş, hatta hakiki Mısır eşekleri binicileri ile beraber getirtilmişti.”
Ulus devlete atılan ilk adımlardan biride okullardır. “Okullar aynı zamanda, hayata atılmadan önce öğrenilmesi gereken genel bir talimat ve bilgilendirme koduna kaynaklık etmektedir.”
Dört Mısırlı Paris’teki Mısır sergisine katıldıklarında kendi ülkelerine o derece benzemiş stüdyolar görmekten çok rahatsızlık duymuşlar ve herşeyin hem yapay hem de bu kadar gerçekçi olarak dizayn edilmesine çok şaşırmışlardı. Son mahzuniyetleri de “Bir caminin kapısından girip, bununda sokağın geri kalanı gibi Avrupalıların façade[2] dediği türden bir yapı olduğunu anlamalarıyla… cami şeklinde olan sadece dışıydı. İçeride ise Mısırlı kızların genç erkeklerle dans ettiği ve dervişlerin döndüğü bir kahvehane olarak düzenlenmişti.”
Avrupa’dan olmayan her insan Avrupa’ya geldiğinde teşhir nesnesi muamelesini gördüğünü kitap bize apaçık ifadelerle, delillerle ispat etmektedir.  Artık Avrupalı olmayanlar onlar için seyirlik nesneler haline gelmişlerdi. “1790’da Berlin’e giderken Kopernick’te mola veren bir Osmanlı elçisi “Berlin ahalisi biz şehre varana kadar sabredemedi. Kara kışa rağmen kadın erkek arabalarla at sırtında ya da yayan bizi görüp incelemeye geldiler.” Diyordu. Bu tür seyirliklerin bulunmadığı yerlerde de onları yapay olarak üretmek ihtiyacı duyuyorlardı. Kitaptaki şu cümlede çok çarpıcıdır: “dışarıdan Avrupa’yı gezmeye gelenler 19. Yüzyıl boyunca kendilerini sergilenir bulmuşlar ya da Avrupalıların dikkatli merakının nesnesi olmuşlardı.” Batı sadece görünüşe verdiği önemi artırarak devam ettiriyordu. “Panaromalar Avrupa’nın emperyalizm çağına girmesiyle kapsamı giderek genişleyen dünya sergilerinin öncülleriydi.” Şu dipnotta gözden kaçırılmaması gereken teferruatı bizlere sunmaktadır. “Kahire’de 19. Yüzyılın son on yılında yayınlanıp Avrupa ülkelerinden ve Avrupai fikirlerden bahseden sekiz kitaptan beşi, bir Şarkiyat kongresine ya da dünya sergisine gidenlerin anlattıklarını içeriyordu.” Bu sergiler o derece büyük katılımlı idi ki Londra’da düzenlenen sergiye altı milyon ziyaretçi katılmıştı. Bu gerçekten korkunç bir rakamdır.
“Fransız araştırmacı Sylvestre de Sacy, bu teşhir sürecini, geleceğin dünya sergilerine çok benzeyen bir tarzda tasarlamıştı. Envai çeşit nesnenin çizimlerin, orijinal kitapların, haritaların, seyahat anılarının bulunduğu ve kendini şarkın incelemesine adamak isteyenlerin hizmetine sunulduğu devasa bir depo şeklinde bir müze kurmayı planlıyordu.” Avrupa için şark resmen ameliyat masasına yatırılmış bir hasta gibiydi. Narkozu sömürgeleştirilerek yapılmış ve sonrada kendi içlerinde bunun teşhirini yapmaktalardı. Aslında şuan hayvanat bahçelerinde uygulanan metodun aynısı 19. Yüzyıla Avrupa’sında şark insanlarına uygulanmaktaydı.
Sergilerin bariz özelliği ortak bir merkez etrafında örgütlenmiş olmasıdır. Ve 1889 sergisindeki merkezi nokta insanları kendine çeken nokta devasa yerküre modelidir. Çapı 12,72 metre, çevresi 40 metre idi.
Düzenlenen sergilerin özelliklerinden biride kendi ülkelerini güneş şeklinde en merkezde temsil edecek panaromalar çizip etrafında gezegen misali sömürge ülkelerin, şehirlerinin panaromalarını, eserlerini çizmişlerdi. “Sergiler çağı aynı zamanda sömürgecilik çağıydı.”
Birinci Dünya savaşının arefesinde Mısır ihracatını tek bir ürün üzerinde yoğunlaştırmıştı. Ve bu da ithalatı artırmıştı.
Ve 1855’te Paris’te yapılan serginin ardından on yıl sonra 1867’de Mısır’da bir sergi açılmıştır. Yıllarca Avrupa’ya taşınan şark şimdi Mısır’da şarkın ortasına Avrupa’nın taşınmasını müşahede ediyordu. Hidiv’e Paris’te yapılan Ortaçağ sarayına bir karşılık olarak Mısır Hidivi, İmparatoriçe Eugenie için Nil üzerine bir saray inşa ettirmişti. Bu da bir teşekkür nişanesi sayılmakta idi. Avrupa’da vaziyet öyle bir hal almıştı ki “işçilerin sergi gezmek için dükkanlarından ya da fabrikalarından ayrılmalarına izin verildi ve bunların yol ve konaklama masrafları hayır dernekleri tarafından karşılandı. Sonuçta da daha önce hiç görülmemiş bir kitlesel davranış biçimi ortaya çıktı.
Sergilerde gördükleri şarkı belleklerine kazıyanlar ve oraya gittiklerinde şüphesiz daha harikalarını efsanelerini göreceğiz beklentisine kapılanlar şarka gittiklerinde tamamıyle hayal kırıklığına uğradılar. Doğuyu uzaktan görüntüleyebilmeyi başarmış Batı, bu alışkanlığını sergilerle kazanmış ve gerçekmiş gibi olan mekanları insanları gözlemleyerek daima nazar eden olmuştur. Gerçek şarka gidenler ise ilk başlarda zorluklar çekmişlerdir, çünkü karşılarında gördükleri gerçektir, canlıdır, ona müdahale edilememektedir. Oysa onların kendi kurgularında hayallerinde ne varsa ortaya döküp kurguyu gerçek olarak sunmakta ve buna herkes istisnasız inanmakta idi. Oysa gerçek, kurgudan çok da farklı idi.
Bu durumu kitaptan bir iktibasla destekleyelim: “Şarkın caddelerinde karşılaştıkları hiçbir şey Paris’te temsilini gördükleri gerçeğe uymuyordu. Kahvehaneler bile hakiki durmuyordu. Nerval, tipik bir Kahire sokağını tasvir etmeye çalışırken “sana gerçekten buradaki sahneyi gözünde canlandıracak tasvirler yollamak isterdim ama… en has şark kahveleri sadece Paris’te var” diyordu.
Mısırlılar 1830’da çıkarılan bir kararname ile doğdukları yere hapsedilmiş ve dışarı çıkmak için kimlik belgeleri ve izin almaları zorunlu kılınmıştı. Bir fellahın elinde yazılı izin olmaksızın bir köyden bir köye gitmek imkansızdı. Büyük bir teftiş ve denetim hiyerarşisi oluşturulmuştu. Batı’nın kendisinin kurduğu panoptikon sistemi tamamıyla kolonyal düzenlerini muhafaza edebilmek ve sömürgelerini konrol altında tutabilmek içindir. Panoptikon sistemi ilk defa Napolyon’un 1800’de Mısır’a girmesi ve sonrasında da Mehmet Ali Paşa’nın burada nüfuzunu iyice artırmasıyla onun zamanında uygulanmaya başlanmıştı.
“Mısırlılar, 1822 yılından itibaren, tarihte ilk defa onbiner onbiner askere alınmaya başladılar.” “1815’te imparatorluğun yıkılmasından sonra Fransız ordusunun mağlub subay ve mühendisleri Mısır’a geçmiş onların yardımı sayesinde burada yeni düzen kurulabilmişti. Mısır, yeni tür bir ordu kurma tasarısını başarıyla gerçekleştiren ilk Osmanlı eyaletiydi.” “avrupa’da ilk düzenli orduyu kuran Prusya’dır. Prusya ordusunun nizamnamelerinde insan yapısı bir makine ifadesi kullanılmaktadır.” Bu ifade tüm bir ordunun işaretlerle yek vücud ve tek bir hareket halinde olmasına denilmektedir. Yapılan bu yeni nizamnamede askeri halktan ayıracak bir kıyafeti olduğu için asker kaçaklarına rastlanmıyordu. Yeni düzen sadece orduyu düzenli hale getirmek demek değildi. Aynı zamanda karşı tarafa korku salınma taktiklerini de barındırıyordu. Mısır’da uygulanan sistem bugünkü devletlerin uyguladıkları sistem gibidir. halk, devlet ve devletin çıkarları için köle biçiminde hareket etmek zorunda bırakılmıştır.
1840’larda Avrupa’da toprak ve üzerindekilerle işleyen feodal yapının bir benzeri Mısır’da kurulmuştur. Mısır’da model köyler oluşturulmuş ve gelir grubuna göre evler yapılıp aileler buralara yerleştirilmiştir. Model evlerin planı da batılılar tarafından metresi metresine çizilmiş planlanmıştır. Köy inşaalarında çerçevelendirme metodu kullanılarak bütün evler bir çerçeveye hapsedilmiştir böylece kontrol etmesi gözetilmesi daha kolaylaştırılmış belli bir nizama sokulmuştur. Sayfa 99’da yer alan model köy çizimlerini incelediğimizde şunu farkederiz:  Çizilen ve uygulamaya konulan köy mimarilerinde apaçık gözüken bir durumda camiin en uçta fakat köy reisinin evinin köyün her yolunun tam ortasında bulunuyor olmasıdır. Bu da denetimsel mekanizmanın ne derece etkin olmasını istemelerini göstermektedir.  
Cezayir denizden kolaylıkla görülebilen bir şehir imiş. “Hatta o kadar kolay görülebiliyordu ki 1830 yılında Marsilyalı müteşebbisler buharlı bir gemiyi yüzen bir otel çevirip turistleri şehrin Fransızlar tarafından bombalanışını ve işgalini seyretmeye götürmüşlerdi.”
Mısır kendi dönüşümünü sömürgecilerin fikirleri fakat kendi adamlarıyla yapmaya başlamaktadır. Ve bunda kullandığı insanlardan biri Fransa’da okuyan Ali Mübarek’tir. Daha sonrasında Fransa ile Mısır’ı karşılaştıran bir hikaye de yazmış ve bu hikaye basılıp okullara her yere dağıtılmıştır. Ali Mübarek ve modern devletin oluşumu ile ilgili kitaptan bir pasaj almak istiyorum: “Modern devletin yeni siyasetinin ortaya çıkışında dönüm noktası hangi olaydır diye sorulduğunda Ali Mübarek’in 1867-68 kışında Paris dönüşünde bürosunu ve okullarını Kahire’nin tam göbeğindeki Darbü’l Gamamiz’deki bir saraya taşınmasıdır denebilir. Peki bu modern devletin hangi merhalesine tekabül etmektedir? Kendisi bürosunu ve okullarını merkeze yerleştirmiş ve diğer okulları da kütüphaneyi de bakanlığını da tek bir merkeze toplayarak hepsinin kontrolünü tek bir elden kolaylıkla kendisi yapabilmiştir. Bayındırlık müdürlüğünü de bünyesine toplamıştır. Şehrin içinde yeni caddeler açılmış köy ve kasabalara okullar yapılmıştı. Ve böylece “Kahire 1300’lerde Memlüklerin elinde gördüğü imardan sonraki en büyük yıkım ve inşa dönemine girmiş oldu.” Devletin halkı eğittiği merkezlerin şehrin ortasına konulması adeti yeni bir durumdur. Daha evvelinde 1816’da Mehmed Ali tarafından kurulan ilk askeri okul, şehrin güney doğu kenarında bulunan Kale’ye yerleştirilmişti. Zamanla okullarda mutlak itaat isteği bu düşüncesini bütün halkın tabakalarına yaymıştı. Yapılan reformlarla eğitim sistemi bütünlükçü bir denetim sistemini dönüştürülmüştü. Ders verenleri denetleyenler, öğrencileri oturma düzeninde ileri geri diye denetleyenler, yazı tahtalarını teftiş edenler kalemleri denetleyenler kendi yerinde olmayan öğrencileri denetleyenler ve bir de denetmenleri denetleyen genel denetmen vardı. Çok daha önce Paris’te de Mısır Okulu kurulmuştu. Bu okuldan modern devlet çalışmalarını yöneten mısırlılar mezun olmuşlardır. Daha sonrasında önemli mevkilere getirilmiş ve oluşumda kullanılmışlardır. Paris’te bulunan Mısır okulununda bir tüzüğü bulunmakta idi. Bu tüzük 22 maddeden ibarettir. Bu tüzüğü incelediğimizde en az on iki maddesi Türkiye okullarında zaten halihazırda uygulanan kurallardır. Eğitim sistemindeki müfredatı ulus devlet belirlemekte idi. Bunun yanında bir de her ay her dönem ve her sene sırasıyla çocukları, okul öğretmenlerini, okul müdürlerini ve yerel hakimleri vs sınavdan geçme kuralı koymuşlardı ki koydukları sistem hiç unutulmasın sürekli kendiliğinden denetim altında tutulsun. “düzenin tebarüz etmesi, iktidarın gözden kaybolması demektir. İktidar giderek yavaş, kesintisiz bir tarzda ve göze görünmeden işleyecektir.”
Britanya ordusu 1882’de Mısır’ı işgal etmesinin ardından, Mısır’ın her bir köyünde doğumların resmi kayıtlara geçirilmesi işini örgütleyecek merkezi bir büro kurulmuştur. Bu büronun maksadı da nüfusu kontrol etmek asker pozisyonunda kaç erkeğin bulunduğunu saptamak vs gibi sebepten dolayıdır.
Ülkede Delta şehri Tanta’da her yıl düzenlenen es-Seyyid Bedevi şenlikleri vardı. Ve bu şenlikleri yarım milyondan fazla insanın katıldığı kaydedilmişti.  Bu sadece Mısır için değil tüm dünya için çok büyük bir pazardı. Fakat hijyen bahane edilerek bu şenliklerin sonraki yıllarda düzenlenmesine engel olunmuştur.
Abdülaziz Çaviş Avrupa’da yetişmiş ve sonrasında kendi ülkesine dönerek burada hizmet ve çalışmalarına devam etmiş birisidir. Çaviş’e göre eğitim çocuğun hem bedenini terbiye etmeli hem de zihnini ve şahsiyetini şekillendirmeliydi. Sonrasında modern devlete değinmiş ve şunları yazmıştır: “öğrenciler okulun disiplinine ve kurallarına itaat etmeyi boyun eğmeyi öğrenerek devletin kurallarına disiplinine ve kanunlarına uymaya alışıyorlardı. Okul bu bakımdan ülke yönetimine çok büyük bir yardımda bulunmakta idi.” Modern okul eğitimleri insanı şekillendirip itaata zorlamaktadır.
Uzun yıllar boyunca Mısır halkının aylak olduğu atalet sahibi olduğu üzerine hem Mısırlılar hem de Avrupalılar konuşmuşlar ve yazmışlardı. Sürekli Mısır halkının çözümlemeleri üzerine kitaplar yazmaktaydı batılılar. Bir halkın eğitiminden bahsederken, o halkın alışkanlıklarını ve şahsiyetini resmetmiş oluruz. “Mısırlı korkak ama asiydi. Şevklenmeye müsait ama harekete geçmekte beceriksizdi. Şahsiyetinde vurdumduymazlık ve atalet vardı bunun sebebi de çalışma ruhunu ve kazanma ihtiyacını köreltmiş olan gelecek kaygısı ve mülkün akıbetinin belirsizliği idi.”
“Tahtavi bir yazısında ömrünün geri kalanını coğrafya ve tarih üzerine yazılmış tüm Fransızca eserleri Arapça’ya çevirerek geçirmek istediğini söylüyordu. Ancak hükümetteki görevleri bunu engelledi. 1850’deki rejim değişikliğinden sonra bir okul kurması için Sudan’a gönderildiğinde (kendisi bunu bir sürgün saymaktaydı.) bu tasarısını gerçekleştirmeye koyabildi. Ve işe Fenelon’un Telemak’ın çevirmekle başladı.” Tahtavi Avrupalı kaynaklar kullanarak aylaklık özelliğinin kökenini kadim Mısır’a kadar götürmüştür. Mısır Mehmet Ali Paşa ile beraber giriştikleri baskıcı eğitim salt ve kuru eğitimin sadece kendilerinin mahvına sebep olduğunu belki de en iyi 1898’de İngiliz işgaline muhalif milliyetçilerin lideri Mustafa Kamil’le anlamış ve onunla bazı şeyleri harekete geçirmiştir.
Aylaklık ve umursamazlık adet haline gelmiş bir ülke gözüyle görülen Mısır bu halinden kurtarılmaya çalışılıyordu. Eğitimler kitaplar vs… ve temel problemin temel eğitim verilmesi gereken kişinin anneler olduğuna hüküm getirildi. Mısır uzun yıllar boyunca aşağılık kompleksini yaşamaya mecbur tutulmuş ve onu sömürmek isteyen ülkeler kendi işlerini bu şekilde çok daha fazla kolaylaştırmışlardır. Buna bir misalde Demolins’in yazmış olduğu ve Mısır okullarında da okutulan bir kitaptaki bir pasajda geçmekte: “Kızılderilinin Şark’lıya göre, Şarklı’nın Batı’lıya göre, Batı’nın Latin ve Jermen halkların da Anglo saksonlara göre şahsiyet bakımından geridir.O zamanlar genç bir avukat çıkıyor ve İslama yeniden dönmeliyiz fikrini müdafaa etmektedir. Mısır ya islami ilkelere dönecekti ya da sosyal bilimin yasa ve ilkelerinde toplumsal örgütlenme için yepyeni bir temel arayacaktı. Amin’e göre ise Mısır son yirmi yılda çağdaş Avrupa’dan alıp benimsediği fikirlerle aslında çoktan ikinci yolu seçmiş gibiydi.
Mısır’ın Britanya tarafından işgalinde İskenderiye bombardımanında denizdeki bir gemiden şehre bombalar yağdırılmaktaydı. İki gün içinde İskenderiye’nin büyük kısmı harabeye dönmüştü. Bu harabeye dönüşte yerli halkında payı vardır. onlar İngiliz bombardımanın tepki olarak Avrupalılara ait bütün mülkleri ateşe vermişlerdir.
1895’te telgrafın icadı hem kolonyal düzenin nüfuzunun kesintisiz devam etmesinde büyük ölçüde etkili olmuştur.  1881 Ekim’inde milliyetçi lider Ahmet Urabi’nin bir nevi darbe hareketinden sonra Kahire’de Hüseyin el-Marsafi tarafından “Sekiz Kelime Üzerine Risale” ismiyle bir kitap yayınlanmıştır. Bu sekiz kelime: ümmet,vatan, hükümet, adl, zulum, siyaset, hürriyet ve terbiye.
Altıncı ve son bölüm Fas misali ile başlamaktadır. Fas’ın şu anki başkenti olan Rabat, tamamıyle sömürgeci düzenin kurduğu kendine göre tasarlayıp mimarisini çizdiği bir şehirdir. Paris’teki sergide Osmanlı bölümünün inşaası Sadatlı Kamil Bey’e verilmişti.
Muhammed Ferid Vecdi “Avrupa’nın tüm Doğu’yu Avrupa’nın enva-i çeşit ticari ürününün teşhir edildiği bir sergiye dönüştürüldüğünden yakınmaktaydı.” Evet sömürdükleri ülkeye aynı zamanda kendi mallarını götürüp fahiş fiyatlarla sömürülerine satmakta onları bu malzemeleri almak zorunda bırakmakta idiler.
Sömürgecilik şehrin hiçbir kısmını göz ardı etmeden ikiye bölmekte idi. Eski şehir viran edilen şehir bir sergi olarak kullanılıp daima modern ile kıyas edilmek için hazırlanıyordu. Evleri yolları hatta orada oturan insanlar bile sabit bırakılıyor ve insanlara kıyas yapmaları teşvik ediliyordu. Kahire bunun misallerinden biridir. Eski Kahire ve yeni Kahire diye şehir ikiye ayrılmıştır. Kitabımız İşin Felsefesi bölümü ile çeşitli müelliflerin görüşlerine yazılarına iktibaslar yaparak, Avrupalıların Mısır’a medeniyet götürdüklerini düşündüklerini anlatmaktadır. Okulun disiplin etmede ne büyük etkileri olduğu ve insanların zihinlerini dönüştürmekte en iyi yöntem olduğundan bahsedilmekte, “okuldaki disiplin ve eşgüdüm, bedeni mutlak itaate alıştıracak.” Denilmektedir.

ÖMER FARUK DELİKTAŞ / NİSAN 2015 / ÜSKÜDAR



[1] Panoptikon: iktidarın daha verimli ve iktisatlı bir biçimde uygulanabilmesi için tasarlanmış hapishane, fabrika ya da okullar öneren bir sistem.
[2] Façade: Bir binanın sadece ön yüzü, cephesi.

11 Mayıs 2015 Pazartesi

İSTANBUL'UN KİLİDİ EDİRNEMİZ (10.05.2015 Pazar)
Efendim şehr-i Üsküdar gezisinden hemen ertesi gün serhad şehri Edirne gezisi yapmak biraz zihnimi karıştırsa da şükür ki herşey güzeldi. Sabahleyin yolumaza revan olduk. Bekleyen Edirnemize kavuştuk. İlk durak: Üç Şerefeli Camii idi. Üç şerefelin in minarelerinin ahengine kendimizi kaptırdığımızda gözlerimize çarpan bir restorasyon hatası oldu. Burma minarede, minarenin aslı külaha kadar burma burma iken restore edilirken şerefeye kadar burma ve gerisi de düz yapılmış. Ecdadımızın 9 yılda yapıp bitirdiği camii biz 10 yılda sadece bahçesini avlusunu restore edebilmişiz. Üç şerefelinin mihrap ve minber sütunları denge sütunu idi. Mihrabın sağındaki dönemez olmuş solundakini de zorla yatağından döndürebildik. Minberin ki sağlamdı dünya kadar dönüyordu. smile ifade simgesi Hemen karşıda Türkiye'nin en büyük hamamı Sokollu Paşa Hamamı'a göz kırptık ve Eski Camii bizi bekliyormuş oraya gittik. Sağda Allah lafzı celali solda Muhammed ism-i şerifi... Boyun eğerek girdik bu bir zamanlar ismi Süleymaniye sonra Ulu Cami en sonunda da Eski Camii olan bu güzel esere. 2. Ahmed Edirne'nin büyüsüne kapılmış ve İstanbul'a hiç gitmemiş dedik, kılıç kuşanma törenine de bu camiide yapmıştır. Ve Hacı Bayram-ı Veli'nin sohbet ettiği makamı gösterdik.. Rüknü yemameyi hürmetle selamladık...
Sonrasında ise Peygamber Rüyası ile yeri tesbit edilen, koca Mimar Sinan'ın eseri, en güzel en muhteşem eser-i muazzaması Selimiye Camii'ne ağır adımlarla ilerledik. İçimizi bir haşyet kapladı. Rabbul alemine Elhamdulillah dedik 4 defa işgal edilmiş talan edilmiş bu mübarek şehir bu mübarek eserler hala ayaktalar.. Ama isabet eden topların yerlerini göstermeyi unutmadık.. İbret olsun diye kaldırılmamıştı..
Kubbeler menekşe, şerefeler gül...
Mermerlerinden çiğdem kokusu gelir.
Dışarda taç kapının sağında çinilere yazılmış Ayete'l Kürsi'yi okuduk, Şadırvanı abdest alanların üzerine su sıçramasın diye suyun düştüğü yerlere küçük küçük havuzcuklar yapılmıştır, Ters laleye koşan herkesi tersledik ve Sinan'ın zekasını anlattık. 32 ye 32 olan kubbesine baktıkça ne kadar küçük olduğumuz aklımıza geldi... Minberi altından yap ki herşeyiyle en değerli cami bu olsun diyen 2. Selim'e ustaca bir sözle "Hünkarım taş yerinde ağırdır, altından değil ama altın kadar değerli yapalım" diyen Mimar'ın minberine dokunmaya kıyamadık.. Ya kırılırsa diyerek.. O kadar zarif o kadar ince... Ama bir gariplik vardı Mimar Sinan daima camiyi tek bir yapıya indirmiş eklemeler yapmaktan kaçınmıştı fakat burada tam ortada kocaman bir Müezzin Mahfili vardı.. Arkadaşlara cevabım ise, Mimar Sinan eseri bitirdikten sonra müthiş bir korkuya kapılıyor, harika bir eser vücuda getirdiğini görüyor ve kul kusurlu olmalıdır diyerek bir kusur olarak tam ortaya müezzin mahfilini ekliyor... Altında harikulade bir çarkıfelek.. Sonsuzluk simgesi.. Yerde ise bir küçük havuz.. O da tıpkı camii gibi sekizgen... Mideler acıktı galiba.. Sıra Edirne Meriç nehri kenarında tarihi Mecidiye köprüsüne bakan Lalezar'da ciğer/köfte yemeye geldi.. İlk defa ciğeri Edirne'de yemiş ve sevebileceğime karar vermiştim geçen sene..Darulhadise gidip bir rüyanın peşine düştük.. İkindi namazımızı eda edebilmek üzere 2.Bayezıd külliyesine geçtik. Şifahanesi ile meşhur bu külliyenin maalesef şifahanesi restorasyona alınmıştı. . Hani Avrupa'da akli özürlülerin yakıldığı ama bizde musiki ile eğitildiği şifahane. Hah işte orası burası.Camii Yavuz Selim Camii'ne çok benzemekte.. Yan tarafındaki yapının Fodlahane olduğunu öğrenince bir duraksadık ve ekmek yapılan yere verilen isim olduğunu öğrendik.. Medreseyi gezdik sonra şöyle bir Yeni Saray'ı uzaktan selamlayıp Balkan Şehidlerimizin anıtına dualar gönderdik... Güneş batışa geçmiş bizde yola çıkmıştık.. Çünkü biliyorduk ki "Herşey biter Edirne bitmezdi." Serviste yine aldık mikrofonu Muradiye külliyesini Hasan Sezai hazretlerini şiirlerini, mahlasını Niyazi Mısri'nin verdiğini söyledik..
Ey aşıkı dildade Gel nuş edelim bade
Bir bade gerek amma Kim içile me’ vade
Can Allah Canan Allah Canlar sana kurban Allah
Hay kalbim zikrullah La ilahe illallah Muhammed-ur-Resulullah
Bizi dinleyen 10'u lise, 12'si üniversite talebesi kıymetli kardeş ve arkadaşlarımıza Yol boyuncada birşeyler aktarma gayretinde olduk. Vakit dar ömür azdı öğrenilmesi gerekenlerin de haddi hesabı yoktu.. Anlattık Balkan faciasını.. Birkaç kitap ismi de hediyesi oldu.. Ve yolculuğumuz sohbetle son buldu. Herkes evinin yolunu tuttu. ömrümüzden bir gün de böylece gitmiş oldu, giden günleri güzel değerlendirmeye gayret ettik. Önümüzdeki günlerde ise Allah kerim...Otobüste okuduğum son şiir Mehmed Akif'in mısraları idi...
Edirne... İşte o İslâm’ın ahenîn suru;
Edirne... İşte o Şark’ın cebîn-i mağruru;
İkinci arş-ı tealîsi Al-i Osman’ın;
Birinci mevki’-i feyyazı, belki, dünyânın...













9 Mayıs cumartesi günü ÜSKÜDAR GEZİSİNDEN BİR
ÇIRPIDA YAZILAN NOTLAR..


Sabah saat 9:30'ta başlayan hare





ketimiz Selimiye
Camii'nde cem olmamızla itmam oldu. Evvela Hünkar
Mahfilini oradaki her kapıda bulunan kitabeleri ziyaret
ettikten sonra alt harim kısmına inip camiyi boydan boya
kaplayan Fetih Suresini temaşa eyledik. Bilahare Selimiye
Camiinin orjinal kapı tokmaklarında kendimizi yenileyerek
La İlahe İllallah Muhammedün Rasulullah dedik..Muhteşem
kuş saraylarını da görüp Fatih Camiine geçiverdik. Fatih
Camiinden sonra Silahtar Mustafa Paşa çeşmesi ve
sağından giden yolu takip ederek Sinan Paşa Camiine
geldik. Burada Üsküdarîn Manevi sultanlarından Rıfai
tarikatının pirlerinden büyük veli Ahmed Raufi hazretlerine
selam verip kendimizi Doğancılar'a salıverdik. Çakırcıbaşı
Hasan Paşa Camiine gelmeden Damat İbrahim Paşa'nın
yaptırmış olduğu su makseminin her bir tarafına
nakşolunmuş kitabelerini görüp Hasan Paşa Camii
haziresindeki Mimar Sinan'ın ilk inşa ettiği türbeyi yani
Ahmed Paşa türbesini ziyaret ettik. Sonrasında edeble dahil
olduk Nasuhi Dergahı'na bu kapının himmeti bol burda
edilen dualar müstecabdır deyip halis niyetle Sebil
yayınevinin bahçesindeki mekana çay içmek için
oturuverdik. Bendeniz içerideki ahbaba selam vereyim
Üstad'a hürmetlerimi sunayım derken ikram olarak son
çıkan iki kitabını herkese hediye edebileceğim söylendi...
Kitaplarımızı aldık ve İbrahim Paşa Konağı ardından su
deposu olarak kullanılan Şehid Süleyman Paşa Camiini
gördük. Birde Ahmediye Külliyesi'ne uğramadan olmazdı..
Sandıkçılar tekkesi, Kara Davud Paşa Camii, Fatih'in
mahkemesi, Gülfem Hatun Cami, Mimar Sinan Hamamı'nı
ziyaret ettik ve Fiha Kütübün Kayyimeh yazısının altından
Hacı Selim Ağa kütüphanesinde ruhlarımızı dinlenmeye
gözlerimizi de Aziz Mahmud Hüdayi hazretlerinin mübarek
ellerinden satırlara dökülen yazıları, kitapları gördük. Öyle
dev bir eser gördük ki yazıları tüy ile yazılmış ve onun
normal boyutu 20 cild tutmakta. Gönüllerimiz ruhumuzu
doyurduktan sonra midelerimizi de imdada yetişen bir
hocamızın himmetiyle afiyetle Öz Bolu lokantasında
doyurduk. Mihrimah Sultan Camii'nde öğle namazımızı eda
ettikten sonra orayı da anlatıp harikulade bir çeşme olan
3.Ahmed çeşmesine değindik, bilahare Yeni Valide
Camii'nde yangın havuzunu, kuş saraylarını hatta bugün
yeni bir tabir buldum kuş camisini (oradaki kuş
saraylarından birisinin iki yanında da uzunca minaresi var)
hayranlıkla seyredip Balaban Tekkesi'ne geçtik.. Bendeniz
orada da bir konuşma irad edip neler yaptık anlatarak grubu
teftiş etmeye çalıştım. Geçen sene burada Amak-ı Hayal
okumaları yapmış olan merhum Mehmed Serhan Tayşi
hocamı da yad edip haziredeki Şeyh efendileri ziyaretle
yolumuza devam eyledük.Şifa hamamı, İbrahim Paşa
çeşmesi derken İstanbul'da sadece 3 yerde bulunan
tebhirhaneyi anlattık ve rotamızı ilerde yukarı sokağa doğru
kaydırarak Kaptan Paşa Camii'ni ziyeret eyledik.. Bu
zamana kadar çok şeyi çalınsa da hala geriye kalanlar dahi
bizleri büyülemeye fazlasıyla kafi geldi. 1740'tan kalan
saat, ilk Tekfur Sarayı çinileri, vaaz kürsüsündeki Fildişleri,
hatlar, 18. yüzyıldan kalma vitraylar.. herşeyiyle harikulade
havası olan bir mekan. Yakında restorasyona girecekmiş
umarız mahvolmaz.. Mevlevihaneye ilerledik.
Mevlevihanenin şadırvanını bir semazen misali
döndürdükten sonra içerideki hat tablolarına salıverdik
kendimizi.. Türbede yatan hazretlere dua okuyup tekrar
yolumuza revan olduk.. yol üzerinde muhteşem bir evi
seyrederken bir abi yanımıza yanaştı ve orada nasıl bir
muhabbet gerçekleşiverdi anlamadan, siz imrahor camii'nin
oraya oturun ben size meyve suyu ve ikramlar göndericem
sözü geldi.. İmrahor Camiini o meydanı teferruatlıca
anlatmadan evvel ikramlarımızı yemeye çalıştık.
Elhamdulillah öyle bereketli bir gündü ki girdiğimiz hiçbir
kapıdan boş çıkmadık, ve bu halis gençlerle bu ikramların
bereketinden dolayı herkes ziyadesiyle yedi içti ama yine de
geriye çok şey kalmıştı.. Camii, Sadaka taşı, hazire, darul
kurra, sıbyan mektebi, 500 yıllık çınar, su terazisi, sakaların
kullandığı çeşme, halkın kullandığı çeşme işte bütün bunları
tek tek anlattıktan sonraa yüzlerimiz de hiç bitmeyecek gibi
bir gülümseme ile Eşref Saat sokağından Rum Mehmed
Paşa Cami'ne geçiverdik.. Hüdai hazretlerinin buranın sağ
tarafındaki odada uzun müddet kaldığını ve ilk evladının
burada doğduğunu anlatıp oranın havasını teneffüs ettik.
Genç arkadaşlarımın heyecanına hayran kaldım, enerjileri
de güzeldi... Saatimiz oldu 19:10... Mimar Sinan'ın inşa
etmiş olduğu en küçük külliye olan Şemsi Paşa külliyesinde
İstanbulun, fethi gören şehir Üsküdarın havasını sonuna
kadar ciğerlerimize çekmiş olmanın müthiş dinginliği,
mutluluğu varken kuşlardan konuştuk.. Sahi bu kuşlar
neden konmuyorlar.. Cevabımızı verip hazireyi ziyaret
eyledik, orada da bolca konuştuktan sonra müteşekkir
olduğumun heyecanı ve 10 saat süren gezinin
yorgunluğuyla herkes ağır ağır gideceği mekanların yolunu
tuttu. Yüzlerdeki gördüğüm minnettarlık bana yetmiş,
mütebessim çehrelerden aldığım enerji beni dinlendirmişti.
..Artık ayrılık vakti gelmiş Üsküdar kandillerini kapatmaya
hazırlanmıştı... TEŞEKKÜRLER ÜSKÜDAR...